Üstadın Mânevi Oğlu Hilmi Oflaz
ÜSTAD’IN MÂNEVİ OĞLU HİLMİ OFLAZ
02 Şubat 2006 Perşembe
Plazalar  temiz, düzenli… Plazalar sessiz, haşmetli… Ancak Yenibosna İkitelli  kırsalında mevzilenen matbuat mensupları hayattan koptu gitti.
Evet,  yıllar evvel on muhabire tek daktilo gösterebilen gazete idareleri  klimalı odalar, bilgisayarlı masalar sunuyorlar. İnternet bağlantıları,  digital makineler ve tek tuşla önümüze açılan sayfalar…
Lâkin  Cağaloğlu’nun tadı başkaydı, Küllük’te, Kızlarağası’nda, iki bardak çay  içenler, ediplerle, şairlerle tanışır, derin mevzulara yelken açarlardı.
Gelgelelim ne edip ne de şair olan biri vardı ki ünlülerden fazla  iz bırakırdı. Şüphesiz eser verecek bilgi ve donanımdaydı ama yazmazdı,  belki de yazdıklarını saklardı. Evinde 30 bini aşkın kitabı vardı ve  alayının da muhteviyatından haberdardı. Sürekli dinler, lüzum olmadıkça  konuşmazdı. Eğer bir yanlışlık yer edecekse takır takır belge sayar,  kapanışı yapardı.
Aslında Mahmutpaşa’da mendil çorap pazarlayan bir  işportacı parçasıydı. Tezgahının bir yanını Büyük Doğu mecmualarıyla  donatır, incik boncuk kovalayan kadınlara bile “dava” anlatırdı. Takdir  edersiniz ki bu zor olmalıydı, saman pazarında inci mercan satılmazdı.  Dergileri ekseri gelene gidene dağıtır, parasını cebinden verip hesabı  kapatırdı.
Ziyafet saati
İkindi ile akşam arası mutlaka  Türk Ocağı’na uğrardı. Gider teklifsizce musluk başına geçer, yanında  getirdiği domatesleri peynirleri yıkardı. Gençlere birer simit, ya da  dumanı tüten çıtır ekmek dağıtır, katıkları gazete kağıtları üzerinde  servis yapardı. Her uzatandan sigara alır ve içsin içmesin herkese  sigara tutardı. Kendisi Bafra’dan caymaz, elinde biriken Maltepe ve  Samsunları talebelere sunardı.
Avurtları çökük, yüz çizgileri derin,  boyun damarları belirgin ve bağrı daima açıktı. Seven sevdiğine  benzermiş derler, siması Necip Fazıl’ı andırırdı. Mekâna yeni takılan  gençlerle tanışır, kaynaşırdı. Bir fırsatını buldu mu kenara çeker ve  “paraya ihtiyaçları olup olmadığını” sorardı. Düşünün kalabalık  ailesiyle eğreti bir gecekonduya sığınan garip çorapçı, yenleri cepleri  aşınmış ceketine, su çeken potinlerine bakmaz, talebelere burs vermeye  kalkardı. Üstadın ifadesiyle “Hilmi kamyon gibi yük çeker, uçaktan hızlı  uçardı…”
Hilmi Baba “hayatımda dört devre var: İkbal, idbar,  ikmal ve icmal” dese de gençler onu bir başka kelimeyle hatırlarlardı:  “İkram”
Hilmi Oflaz askere bile üç bavul kitapla gider, kışlayı  kütüphane yapar. Önceleri Çengelköy’de bir köşkte otururlar, vaziyetleri  iyidir, kira gelirleri, Düzce’de tütün tarlaları filan… Ancak Hilmi  Baba servetini artırmakla uğraşmaz, habire dağıtır, dua almaya bakar.  Nitekim köşk de uçar, kafasını Kuleli’deki gecekonduya zor sokar.
Bazen hemşehrileri gelip nasihate kalkarlar: “Bak Hilmi yaşlanıyorsun kenara bir şeyler koy, şu yaşa geldin, elinde neyin var?”
-Dostlarım, kitaplarım ve sigaram!
Servet  olursa olur, olmazsa da olmaz. Ama dostluk ve muhabbet parayla  tartılmaz. Hilmi Baba bahçesinde beslediği tavuklara bile birer ad takar  ve bunların alayını Büyük Doğu mecmuasına abone yapar. Üstad satışımız  arttı sanıp sevinsin yeter, son kuruşunu bile dergiye yollar. Dini ve  milli eserler basan yayınevleri ona “üç beş kuruş kazansın diye”  konsinye kitap bırakırlar. İyi de Hilmi Baba gençleri gördü mü  dayanamaz, meccane dağıtır, borç boyunu aşar.
Garip kuşun yuvasını  Allah yapar derler ya, Hilmi Baba bir gün yolda Mehmed Niyazi’nin  ağabeyi Ziya Özdemir’i görür. Adamcağız “Hacca gidiyorum hakkını helal  et” demeye kalmaz “ben de geliyorum” der arabasına atlar. O nasıl Kabe-i  Muazzama ve Server-i Kâinat aşkıysa parasız, pulsuz “ve pasaportsuz” üç  ülke geçer nurlu seyahati gailesiz tamamlar. Bizimki elini kolunu  sallayarak geçerken sınır muhafızları tutulur kalır, adeta lâl olurlar.
Mahallenin  çocukları onu görür görmez etrafına toplanırlar, zira Hilmi Babanın  cebinde şeker, çerez eksik olmaz. Bayramlardada kandillerde paketler  sardırır, yetim başı okşar.
Gıybet yasak!
Dedikodu bilmez,  boş konuşmaz. Birinin aleyhinde atılıp tutulmaya başlandı mı mevzuyu  değiştirir, bulunduğu yerde asla gıybet yaptırmaz. Öyle ya da böyle bu  davaya hizmeti geçen birine toz kondurmaz. Eski bir mebus, birlikte  vazife yaptığı arkadaşları aleyhine verip veriştirince “beyefendi  söylemediklerinize saygımız sonsuz, ancak söylediklerinize  katılamayacağız” der adamı fena bozar.
Yine günün birinde (adını  vermeyeyim şimdi) ünlü bir profesör İslam âlimlerini küçümseyerek  “bence”li, “bana göre”li cümleler kurar. Hilmi Baba kibarca ikaz ederse  de Prof’umuz, üstüne basa basa “ben de âlimim” der “en az Ebû Hanife  kadar ilmim var!…”
Hilmi Baba adamın yüzüne bakar, bakar “öyleyse yaşasın cehaletim” der, çeker kapıyı çıkar.
Bu  derviş gönüllü insan 7 yıl kadar evvel bir bahar günü özlediklerine  kavuştu, ekmeğini yedik Fatiha borcumuz var. Hani yemeyenler de  okusalar…
>> Aziz dostum!
N. Fazıl’ın Toptaşı’nda çile  doldurduğu günler (1960’lar)… Hilmi Baba tezgâhını satar, tam iki  sene mapushane karşısında dikilir, bir hizmetim dokunur mu diye fırsat  kollar. Üstadı görebilir mi? Eh işte, ara sıra, hayal meyal. Kendi  ifadesi ile “bazen bulutlar dağılır, parmaklıklar arasından güneş doğar”  o kadar.
Aradan yıllar geçer, N. Fazıl’ın dizi konferanslardan biri  için Bursa’ya gelir. Şerefine Çelik Palas’ta yemek verilir, iş adamları,  mebuslar, bürokratlar…
Çıkışta sokak kalabalıklaşır, ki tezahurat  yapan gençler arasında yaşlıca bir adam vardır… Üstad derhal yanına  gider ve elini omzuna koyar. Onu “fare tıkırtısından ürkecek kadar  hassas, krallara diklenecek kadar gözü kara, aslanların önüne çıplak  atlayacak kadar cesur” cümleleriyle tanıttıktan sonra “aziz dostum,  işportacı Hilmi” der, noktayı koyar…
Türkiye Gazetesi
İz Bırakanlar
Ahmet Sırrı Arvas, İrfan Özfatura 
 
																								 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
														 
																																		 
																																		 
																																		 
														