Kelimelerin Kifayetsiz Kaldığı Ân
KELİMELERİN KİFAYETSİZ KALDIĞI ÂN
Üstad’ın duygularını ifadede âciz kaldığı ânlar hayatında belki bir elin parmakları ile sayılabilecek kadar azdır. Ben de işte bu nadir anlardan birine şahit olmuş nadir insanlardan biriyim.
Sene 1964… Üstad,  Üsküdar’da kalabalık bir üniversiteli gençlik grubuyla sohbet ediyor.  Söz konusu gençelerden biri Üstad’a günlük bir gazeteden kesilmiş bir  kupür uzatıyor. Kupüre göz atan Üstad’ın renginin kül gibi olduğunu, ilk  ve son defa şahit olduğum gibi konuşmakta âciz kaldığını görüyorum. O  anda Üstad’da da, kavramların; insanda bir yaşantı olan duygusal oluşumu  dile getirmedeki aczine şahit oluyorum. Yanılmıyorsam bu hal bir dakika  veya biraz daha fazla sürüyor. Mesele şu: Örtülü ödenek parası ile  kurulduğu rivayet edilen bir dönemin gazetesinde, sözüm ona bir  romancının sözüm ona bir romanının ilanı var: “Cüce M……….”
Peygamber  efendimizin has ismi… (meseleyi okumak için tıklayınız) O andaki  duygusal yaşantısında meydana gelen fırtınayı ve çalkantıyı hiçbir fani  kelimeye emanet etmeye gönlü razı olmayan Üstad, sonunda insanlığın  aczini ciğerlerine kadar tadarak bir kere daha, sanırım Allah’ı içinde  hissetmenin huzuruyla kendisini toparlamaya çalışarak, gayet basit  gündelik kelimelerle:
“Biz buna şu cevabı vereceğiz. Onlar da bizi mahkemeye verecekler.” dedi. Ve dediğini yaptı, dediği şekilde de mahkemeye verildi. Haliyle bitmeyen çile… Gerçekten Üstad, Allah ve Resulüne iliklerine kadar bağlı bir insandı.
Üstad, özelliği olan bazı yazılarını okuduktan sonra bana sorardı. “Nasıl, tehlikeli bir şey var mı?” Ben de kendime göre yasal sakıncası olabileceğini sandığım kısımlarını değiştirmesi için kendisini iknaya çalışırdım. Her seferinde de şu cevapla karşılaşırdım: “Allah hıfzetsin, Allah rezzaktır!” Bunları kendime pay çıkararak prestij devşirme niyetiyle söylediğim sanılmasın. Goethe’nin de eserlerini ilk defa arabacısına okuyarak, onun tepkisini tespit etmeye çalıştığı erbabınca malum olduktan sonra…
Üstad, nesli tükenmeye yüz tutmuş fikir namusuna sahip nadir insanlardan biri idi. Sanki toplumu parantez içine almış gibi hareket ederdi. Düşündüğünü, karşısındakinde nasıl bir etki yapacağını hesap etmeden, hatta bunu aklına bile getirmeden söylerdi. Sanki sesli düşünüyormuş gibi konuşurdu. Bu yüzden de çokların, pek çokların düşmanlığı sürekli bir biçimde artarak üzerinde yoğunlaşırdı. Örnek mi?
Sene 1965… Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’nda “Mehmet Akif’i Anma Günü”. Konuşmacılar arasında birkaç profesör ve Üstad. Üstad, bir Türkoloji profesörü ile yanyana oturuyor. Hemen arkasında da biz. Türkoloji profesörü kalkıyor konuşmasını yapıyor. Akif’i; zorlayıcı ve saptırıcı bir yorumlamayla günümüzün değer yargıları muvacehesinde şirin ve sevimli gösterme çaba ve telaşı içinde bir konuşma… Türkoloji profesörü sandalyesine otururken Üstad elini sıkıyor ve biz derhal kafamızı uzatıyoruz ne dediğini duyabilmek için:
“Cehaletinizi tebrik ederim!”
Siz  söyleyin, çağımızda böyle bir insan sevilir mi? Bunun için de adı geçen  profesör Üstad’dan bahsetme konusunda elinden geldiği kadar muktesid  davranmaya çalışmış, kanaatimize göre de bu konuda oldukça başarılı  olmuştur. Bu noktada J. J. Rousseau’yu ve “Bilimler ve Sanatlar Hakkında  Nutuk”u nasıl hatırlamazsınız?
Ama bütün bunlara rağmen onu  sevebilecek ruh asaletine sahip, umduğumuzdan da fazla insan olduğunu  görmenin şaşkınlığı içindeyiz.
Ali BİRADEROĞLU
Kültür Sanat (Özel Sayı) Temmuz-Ağustos
1983
 
																								 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
														 
																																		 
																																		 
																																		 
														