Gürbüz Azak’tan Üstad Hâtıraları
GÜRBÜZ AZAK’TAN ÜSTAD HÂTIRALARI
İkinciliğe tahammül ettiğini hiç hatırlamıyorum. Birlikte çalıştığı kişilerin daima “Yıldız adam” bilinmesini isterdi. Kendine olan güveni ise tükeneceğe benzemezdi.
Kimbilir kaç defa tâdil edilip kaç kere  yeniden yayımlanmış Büyük Doğu’yu (bazen gazete, bazen dergi) çıkarmaya  karar vermişti. Babıâli’de Sabah gazetesindeki odasında haftalarca  uğraşmış, Büyük Doğu dergisinin başlığı ile sayfa düzenlerini beraber  hazırlamıştık.
Bana arada bir, “Gürbüz sen, söylemeden anlayan  adamsın” iltifatında bulunurdu. Ki, azı dişini çekebilir, ama Üstad’dan  iltifat bekleyemezdiniz.
Ama ikrama bayılırdı. O günler karşılıklı çokça krem-şokola yedik, çay içtik.
*
Dergi  nihayet yayımlanmaya başladı. Sonuç sevindirici idi, iyi satıyordu.  Üstad heyecanlanıyor, gülüyor, beni öğle yemeklerine bile götürüyordu.
Gene  bir gün Öğleye yakın zengince bir okuyucusu çıkageldi. Bir saatten  fazla, kazandığı ve kazanacağı yüzbinlerden söz edip durdu. Evler,  apartmanlar yapıp satıyormuş.
Hissettim ki, Üstad sıkılmakta. Ama,  kendisini seven bir hayranı olduğu için hatırını da kıramamakta. İşte bu  tatsız vaziyetten kurtulsun istedim:
– Üstadım, öğle yemeğine gitsek mi?
Çoktan  hazırmış gibi “tamam” deyip paltosunu kaptı, önümüze düştü. Yakındaki  özel ve lüks bir lokantaya girdik. Şairimiz, kimseye ne yiyeceğini (her  vakit olduğu gibi) sormadan garsona yemekleri ısmarladı. Zengin inşaatçı  gene paradan puldan söz edip durmakta idi. Yemek bittiğinde Üstad  garsona yüz lira uzatıp “Hesap” dedi.
Az sonra bir tabak içinde para  üstü banknotlar ve bozuk paralar getirilip Üstad’ın önüne bırakıldı.  Kâğıt paraları alan Üstad; beş, on, yirmibeş ve elli kuruş dolu tabağı  zenginin önüne iteledi:
– Say… dedi.
Az önce devamlı “Yüzbinlerden” konuşan beyefendi, çaresiz saymaya başladı ve sonucu söyledi:
– Tamamdır efendim.
Kalktık. Bozuk paraların tamamı garsona bırakılmıştı.
Zengin  efendi, kendisine yapılan hakareti hiç mi hiç anlayamamıştı. Üstad,  aslında ve bal gibi demek istiyordu ki: “Senin gibi görgüsüzler ancak  benim bozuk paralarımı sayacak seviyededir.”
Nükte müthişti.
Ama, yerine ulaştığı şüpheliydi.
Çünki  inşaatçı zenginde, kırılıp gücenmiş bir hâl gözükmedi. Yolda işimize  dönüyorken büyük şair bana “Senin en çok hangi tarafını takdir ediyorum  biliyor musun, dedi. Sen, söylemeden anlayan adamsın…”
Zenginimiz, bu taştan da habersiz, tebessümünü sürdürüyordu.
Söz Necip Fazıl Kısakürek’den açılırsa kolayca bitmez.
*
Günlerden Cumartesi. Şairin Erenköy’deki villâsına gittim. Büyük Doğu’nun yeni bir sayısı hazırlanacaktı.
Muhallebileri  yeyip, orta şekerli kahveleri içmiştik ki, birden aklıma takıldı. Koca  salonda ne ocak vardı ne radyatör dilimi. Merakımı yenemeyip sordum:
– Nasıl ısınıyor bu ev? Ocak da yok, kalorifer de.
Şair azıcık sinirlendi ve istemediği hâlde şöyle mırıldandı:
–  Ben ocağa, kalorifere tenezzül edecek adam mıyım? Burada eyrkondeyşm  kullanılır. Yazın serin hava, kışın ise sıcaklık neşreder.
Ama hemen ardından beni kırdığını anladı, şu türlü bir yakınma ile kırıkları pek güzel tamir etti:
– Gün oldu elektrik parası ödeyemedim. Kaç defa kesildi ışıklarım bilemezsin. Bu kadarcık lüksü bana çok görme.
*
Gene bir gün Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in gazetedeki odasında buluştuk. Özel demlettiği çayları yudumluyorken:
– Gürbüz, dedi. Rahmetli Adnan Menderes’i “Büyük Doğu”ya kapak yapalım. İdam edildiği gün yaklaşıyor.
–  Olur Üstad. Bir darağacı çizerim. Menderes asılmış hâldedir.  Rahmetlinin ipini İsmet Paşa çekiyor olsun. Yerde de bir sürü kafatası.  Cellat üstelik çıplaktır.
Büyük şair sevinçten uçtu:
– Oldu be Gürbüz! Hemen yap, harika!.. Gör bak nasıl da gümbürtü kopacak!
Dediği oldu şairin.
Bu  kompozisyonla birlikte bendeniz mahkemelere düştüm. Defalarca Ağır  cezalarda yargılanıp, savcının “Mutlaka en az beş yıl” hapsedilmem  ısrarını dinleyip durdum.
Dergi o kapakla piyasaya sürülünce hemen  kapışıldı. Geri kalanını da savcılık toplattı… İki gün sonra sivil bir  polisin dergi idarehanesi olarak kullanılan gazeteye geldiğini, bu  kapağı kimin yaptığını sorduğunu, Üstadın da, “Böyle mükemmel bir  kompozisyonu Gürbüz Azak’tan başka kim yapabilir ki?” diye övündüğünü  duydum.
Sivil arkadaş, adıma ve adresime kolay ulaşmıştı.
Ağır Ceza’dan celp çabuk geldi.
Suçum çok büyüktü. İsmet Paşa’yı yerip Menderes’i övmekle nice cürümler işlemiş, Tedbirler Kanunu’na muhalefet etmiştim.
İkişer  ay arayla defalarca yargılandığım celselerde Üstad beni yalnız  bırakmadı. Hatta, “Necip Fazıl tarif etti ben çizdim” de diye  tembihleyip durdu, Israrında ciddi idi. Başka türlü ifade verirsem fena  hâlde kızacağını söyledi. Ben de sorgulama sırasında:
– Böyle güzel bir kompozisyonu ancak Üstad tarif edebilir, bana da çizmek düşer, dedim.
Yargıç  istediği kadar, “Şöyle veya böyle.. bunu sen çizmedin mi?” diye  kararlı, savcı da beş yıl üzerinde ısrarlı olsun… Şairin gösterdiği  yiğitlik bana yetmişti.
Hayır hayır, mahkûm olmadım.
Daha doğrusu son celse öncesinde tam, beş yıla hüküm giyecektim ki, “Tedbirler Kanunu” yürürlükten kaldırıldı. Kurtuldum.
Aradan şunca zaman geçti, ama o acımasız savcı hâlâ aklımdan çekilip gitmiyor.
*
Büyük şairimiz, slogan bulmada, gazeteye başlık atmada, şaşırtmada olduğu gibi, nükte konusunda da hakkı yenmez bir gazeteciydi.
Aynı  anda iki dizgi ustasına ayaküstü anlatıp yazılar hazırlatır, on dakika  sonra da birbirinden ayrı mevzularda iki güzel yazı çıkardı.
Dilimizin  inceliklerini bilmeyen, yenilik getiremeyen, iz bırakması güç yazarlara  kızardı. Bir defasında aynı gazetede köşe yazıları yazan birine şöyle  dediğini hatırlarım:
“Beyefendi, bir gün ne olur yazmayın da, burada birinin yazı yazdığını farkedelim.”
Köşe yazarımız alıngan biri değildi herhal ki; bu, nükte yüklü öğüdü tutmayıp yazmayı sürdürdü.
Necip Fazıl Kısakürek gönül almayı çok iyi bilirdi.
Almayı olduğu kadar vermeyi de severdi.
Kimbilir  hangi yıl nasıl bir yorgunluğu atmaktaydık, hangi Büyük Doğu’nun  kaçıncı sayısını bitirmiştik hatırlamıyorum. Gecenin ilerlemiş vaktinde  taze çaylarımızı karşılıklı içerken, gazetedeki özel kitaplığına uzanıp,  iriyarı ve ciltli bir kitap çekti:
– Bu “benden ziyâde sana yakışır, al”… dedi.
Verdiği kitap, Paris’te boğazından keserek edindiği ressam Picasso’ya dair bir eserdi. İçi resim doluydu.
Vakti geldiğinde böylesine fedakâr idi. İdi de, almasını pekyaman becerirdi. O konuda da Üstad mertebesindeydi.
Muhasebe Müdürümüz Bülent İdil’in üzüntü ve ıstırapla aşağı indiğini ve bizlere:
– Arkadaşlar beş kuruş param yok. Ancak gazete kâğıdı alabilecek kadar nakdim var. Ne olur para istemeyin, dediğini…
Tam  o sıra Necip Fazıl’ın geldiğini. Bülent Bey’le birlikte muhasebeye  çıktığını, yarım saat sonra Bülent İdil’in tekrar aşağıya inerek:
–  “Anlamadım. Neye uğradığımı inanın anlamadım. Necip Fazıl’a para  verdim… Olmayan parayı verdim”, dediğini, enteresan bir anekdot  hâlinde nakletmek İsterim.
Olmayan, hiç birimize verilmeyen parayı,  “Üstad” evet ancak “Üstad” koparabilirdi. Bizler üç aylık alacağımızı  kurtaramazken O, üç ay sonra yazacağı yazının telifini dahi tahsil  etmekte mahir idi. Herkes üstesinden gelemez.
( Gürbüz Azak’ın “Bâbıâli’den Geçen Adam” isimli kitabından iktibas edilmiştir. )
 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
														 
																																		 
																																		 
																																		