Tohum ( Eser İncelemesi )/Hakan NUSRET / Üstad Sınıfı
TOHUM
Hakikat kesifleştikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir. Bir tohum gibi…
Tohum,  Necip Fazıl Kısakürek’in ilk tiyatro eseri olup 1935 yılında kaleme  alınmıştır. O tarihlerde 30’lu yaşlara yeni ayak basan ve Abdulhakim  efendiyle de henüz tanışan Necip Fazıl, hafakanlarının ve çilesinin  doruğa çıkmaya başladığı; arayışının ise Abdulhakim efendiyle  görüşmesinden sonra encamına erdiği ve şiir-ruh ilişkisinde de zirvede  olduğu bir anda eserini telif etmiştir. Eser, maddeye verilen sahte  gücün madde ötesiyle istirkabını(rekabetini), işin ukubete  vardırılmasının iptalini ve ruhun zaferini anlatmaktadır.
Sinema ve  tiyatro yönetmeni, aynı zamanda oyuncu olan ve ilk renkli Türk filmini  çeken Muhsin Ertuğrul, sanatının zirvesinde olan Üstad Necip Fazıl’a  tiyatro alanında da eser vermesi yönünde teklifte ve telkinde  bulunmuştur. Kendisi hakkında komünist diyenlerin ve bunu da belgelerle  ispatlamaya çalışanların aksine Muhsin Ertuğrul Üstadın deyişiyle “hiç  de zannedildiği gibi değildir. Ve komünizma ile alakası olmayan  birisidir. Muhsin Ertuğrul, “güzel”i ve “çarpıcı”yı gördüğü her yerde  kendisini teslim eder.”
Kararını verip eserini bir haftada telif eden  Üstad Necip Fazıl, başrolünü yani “Ferhad Bey”i canlandıran Muhsin  Ertuğrul’un oynadığı “Tohum”u İstanbul Şehir Tiyatrosunda sahneye  sunmuştur. Bu, sanatseverlerce ilgiyle karşılanmıştır. Fakat piyes,  genel anlamıyla değerlendirildiğinde eserin kalitesine yakışan alakayı  bulamamıştır. O tarihlerde de tiyatroya karşı ilginin az oluşu,  alışılmışın dışında ve olağanın ötesinde olan “Tohum”un karşılaştığı  mey’usu(yeisi), Üstadın bundan sonraki tiyatro eseri olan “Bir Adam  Yaratmak” ile kırmıştır.
Eserdeki olaylar Maraş’ın Fransızlar  tarafından hunharca işgali sırasında Maraş’ta geçmektedir.  Başkahramanımız Maraş’ın soylu ailelerinden birisine mensup olan,  okumuş, bilgili “ey münevverler” olarak bilinen kuru Batı taklitçisi ve  öz benliğini yitirmiş mahut güruhtan uzak olan, ercüment kişilikli 39  yaşındaki Ferhat Bey’dir. Kendisi kuru aklın, düz mantığın mantıksızlık  olduğunun, işin ruhta ve keyfiyette hayat bulduğunun örneklerini  gösteren birisidir. Ve Anadolu’nun ruhunu yansıtmaktadır. Bizler için  önemli ama oldukça geride seyrettiğimiz “düşünme ve ruh” mevzusunda  milli şahlanışımız –Maraş-Anadolu; ruh-madde– ilişkilerinde düşünme ve  aksiyon buutlu pırıltılar, farklı enstantaneler sergilemektedir. İşe  madde ötesinden bakabilmesi ile de eserin mesajını muhatabına  verebilmektedir. Eserden bazı diyalogları aşağıya iktibas ederek  değerlendirmelerimize devam edelim.
.
.
.
——————————————————-
FERHAD  BEY – … Biz çoktan beri kaybettik aklımızı. Onu çoktan beri rüzgâra  savurduk (Ayağının ucundaki iskemleyi çizmesinin ucuyla çeker, üstüne  basar) Bir avuç Maraş’lı memleketinizi yabancıya teslim etmemeye karar  verdiğiniz zaman, yaptığınız hareket bundan daha mı akla yakındı? Hiç  kendinizi düşmanınızla karşı karşıya koydunuz mu? Kaç kişisiniz,  kaçınızın eli ayağı tutar, kaç kurşununuz ve kaç bıçağınız var?  Karşınızdaki kimdir? Top, mitralyöz, tank nedir? (Sesi yükselir) Siz  hâlâ dedelerinizden kalma baltalarla kılıçları başucunuza asa durun!  Sizin gibi insanların binini, milyonunu fare öldürür gibi ilâçla,  dumanla öldürüyorlar, farkında mısınız? (Sesi alçalır) Onlara, biz  Allah’a inanmış insanlarız, ölüm korktuğumuz şey değildir, dediniz. İşte  söyleyebileceğiniz biricik söz buydu.
BİRİNCİ AĞA – Evet amma, akıl dedikleri…
FERHAD  BEY – (Gene keser) Size bunları aklınız mı yaptırdı. Sizin akıl diye  bellediğiniz şey parmak hesabı gibi birkaç sayıdan başka ne bilir?  Gözüne gösterilen, ayağına getirilen şeyleri ölçüp biçmekten başka neye  yarar? Akıl ne kendi başına birşey görebilir, ne de kendi başına bir iş  başarabilir. Onlar akıllarıyle top yaptılar. Biz yapamadık. Şimdi, biz  aklımızdan başka bir tarafımızla bir iş yapabilirsek yapacağız.
—————————————————–
FERHAD  BEY – Biz burada muharebe etmiyoruz. Muharebe dediğimiz, tüfeği olana  karşı tüfekle, mızraklıya karşı mızrakla ve tırnakla döğüşene karşı  tırnakla yapılan şeydir. Onun için her hayvan, kendi cinsindeki hayvanla  en güzel boğuşur. Onlar üzerimize hortumla ateş sıkıyor. Bizim  sırtımızda gömleğimiz bile yok. Ateş geldiği zaman sırtımızda bir  patiskanın bile mukavemetini bulamıyor. Biz burada muharebe etmiyoruz.  Bir sivrisinekle bir ejderhayı dövüştürmek gibi sihirbaz işine benzer  bir tecrübe yapıyoruz. Ateşi kanla söndürmek, çeliği etle körletmek ve  maddeyi ruhla durdurmak gayretindeyiz. Bırakın, içimizden kim ne dilerse  yapsın! Bırakın ruh tecrübesini yapsın! Yaptığımız doğru mu, eğri mi  bilmiyoruz. Hangi iş doğru, hangisi eğri bilmiyoruz. Bütün doğruların  bir anda eğri, bütün eğrilerin bir anda doğru çıktığını gösteren  fevkalâde anlar yaşadık… Bu anların kitapta ve hesapta yeri yok. Bu  anlar ruhundur. Bu anlarda hâdiseler her kanun ve her hesabın üstünde,  aklın uzanamayacağı bir yerden idare edilir. Biz burada muharebe  etmiyoruz. Biz, ruhun tarafı, sivrisineğin tarafı; madde aklının  tarafına, ejderhanın tarafına son imtihanımızı veriyoruz. Bırakın,  isteyen istediğini yapsın! Madem ki, akıldan imdat yok. Madem ki, akıl  bir maşrapa su gibi alacağı kadar alıyor, yerin dibine geçsin o bir  maşrapa su! Bırakın ruh tecrübesini yapsın! (Ferhad Bey, karşısında,  kendisini dinleyen Ağaya yaklaşır, iki kolundan yakalar. Sesi  tatlılaşır)
———————————-
FERHAD BEY –  …Onlar için bütün sır maddenin kabuğundadır ve onu görmekle nihayete  erer. Onların ağaç diye anlayacakları şey, toprak üstündeki çıplak  gövdedir. Kök, onlar için karanlık ve içinden çıkılmaz bir düğüm, tohuma  gelince…
———————————–
FERHAD BEY – Biz  bu ruhu tanımıyoruz. Çünkü bu ruh dal budak salmış bir ağaç gibi göz  önünde fışkırmış hakikatlerden değildir. En derin ve en gizli  hakikatlerdendir. Hakikat kesifleştikçe küçülür ve küçüldükçe gizlenir.  Bir tohum gibi.
YOLCU – Bir tohum gibi mi?
FERHAD BEY – Madde açık, ruh gizlidir. Bütün hakikatler ruhundur.
.
.
.
Herşeyi  görünenden ibaret sayan, gerçek ancak görünendir telakkisini savunan  ruhsuz rönesans kafasının, “sır ancak ağacın gövdesindedir” diyen kör  gözleri hakikatten uzaktadır.
Kara deliklerin varlığı, sonsuz  kütleden ve ölçülemeyecek derecede küçüklükten müteşekkil hacimden  ibarettir. Kara delikler kendilerinden hacimce büyük olan birçok  cisimden daha büyük bir kuvvete sahiptirler. Ve varlıkları, sırrını ifşa  etmemiştir… Hakikatleri kesif ve küçük, o nispette de gizli. Aynen  tohum gibi. İşte, bu da eserin(Tohum’un) doğrular manzumesi olduğunun  ispatıdır.
Tohum, hikmeti maddenin ötesinde göremeyenlerin, çile  çek(e)meyenlerin, inhirafa uğramışların(yoldan sapmışların), asırlardır  kaygısını çekmediğimiz fikirsizliğin ve yine asırlardır elini bırakıp  kaygısını çekmediğimiz için bu hallere gelişin ters istikametteki  muştusu olan fikirsizliğimizin, insanın maddeye değil maddenin insana  hükmetmesinin, elhasıl sonsuzluğa talipsizliğin ve sonsuzluk kaygısı  çekmeden sonsuzluğa talipliğin, aklı ruhun eline vererek berhava  edilişidir.
Tohum, Anadolu’nun yani bizim ruhumuzun yansıtılmasıdır. Ne olduğumuzun değil, nasıl olmamız gerektiğinin ipucudur.
Dünyanın  öteki ucundan Anadolu’ya gelip makinelerine Anadolu’nun fotoğraflarını  yerleştiren ama bir şeyini, ruhunu, yani aslında hiçbir şeyini  makinelerine yerleştirmeyen maddeci Batı aklı, bizi yansıtmaktan ne  kadar da uzak.
Türkülerinden velilerine, bakışından ağlayışına,  kilimlere dokunan hasretten aşkına, maşukundan bayramlarda şeker  toplamaya gelen çocuklara kadar ve sadece bunlar değil, aynı zamanda  Erzurum’daki Çifte Minare’sinden İstanbul’daki Ayasofya’sına, Sümela  Manastırı’ndan Selimiye Camii’ne kadar her şey Anadolu’dur ve Anadolu  işte bunlara yüklenen ama görünmeyen manalarla hakikatini bulur. Ve  bunları anlayan birisinde şu sır tecelli eder: Madde açık, ruh gizlidir.
Bütün hakikatler ruhundur…
İşgalin  sürdüğü esnada gerçekleşen hakikat tasvirlerinin, madde-ruh ilişkisinin  Ferhat Bey’in dilinden çarpıcı şekilde anlatılması, bunların yanında  işbirlikçi diye bildiğimiz toprağına mukallit suyu dökülmüş içerdeki  sefiller, eserde sair fikirlerin hengamesinde kendilerini Ferhat Bey’in  karşında temsil ettirmişlerdir.
Eğer yokluk varsa bu varlık niye?  diye inanan ama bunu tefekkür edemeyenlerin çoğunluğu oluşturduğu  eserde, tefekkür sahneleri kendisini göstermiş ve karanlıkta denizde  yansıyan ay ışığı misali yakamozlar saçan ama hiçbir yakamozun elle  tutulamadığı gibi sadece ilham ve işaretçi diye algılandığı sahneler  oldukça güçlü, etkileyici ve düşünme anlamında beyni zonklatıcı  ölçüdedir.
Üstadın bu eserinde rol alan diğer kişileri genel anlamıyla tefekkür etmeden inananlar ve komitacılar diye belirtmiş bulunduk.
Üstad’ın  tiyatro alanındaki eşsiz ve otoriter konumunu daha ilk tiyatro eserinde  (Tohum) fark ediyoruz. Adı şiirde Fuzulî’lerle, Şeyh Galip’lerle  birlikte anılan Üstad, tiyatro alanında da hiç şüphesiz Shakespeare’ler  ile birlikte anılmaktadır. Bu, kendisinin hakkını teslim etme adına  atılan bir adım olsa da yetersizdir. Tiyatro, edebiyat türleri arasında  entelektüel kesimin ilgisini daha fazla çekmesine rağmen bizim edebiyat  sahamızda bu ilgi yerini bulabilmiş değildir. Buna bağlı olarak Üstad’ın  tiyatro eserleri de olması gereken yerde yani sahnede hakkı olan yeri  alabilmiş değildir. (Bu hususta, üzerinde orak-çekiç bayrağı dalgalanan  tiyatro sahnesinin, Üstad’ın İslam davasını her yönüyle anlatan ve  savunan eserlerine rest çekmesinin de önemli bir amil olduğu  unutulmamalıdır.)
Genel hatlarıyla değerlendirdiğimiz ve şiirlerinde  olduğu gibi içimizdeki oluşların dışarıya tam anlamıyla yansıtılıp  anlatılabildiği “Tohum”, Üstad’ın şaheserleri arasında yerini almıştır.
Üstad Sınıfı / Hakan NUSRET
 
																								 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
														 
																																		 
																																		 
																																		 
														