‘Yüreğimi Sana Bırakıyorum’
‘YÜREĞİMİ SANA BIRAKIYORUM’
Kültürler, tıpkı yanardağlar gibidir; belli birikimlerden sonra belli aralıklarla püskürürler. İslam kültürünün ilk patlaması, onuncu yüzyılda olmuştur. Lavların sıcaklığı, ondokuzuncu asrın başlarına kadar devam etmiş, bu hararetten sayısız dimağ ısınmış, sayısız dâhi insanlığı aydınlatmıştır. Lavların giderek soğuması sonucu, İslam âlemi külden bir çöl ortasında kalmıştır. Necip Fazıl, dünyaya gözlerini açtığında kendini böyle bir çölün ortasında bulmuş ve canhıraş bir çığlık koparmıştır.
1978  yılının yağmurlu bir kışı günü, Büyük Doğu’nun Cağaloğlu’ndaki mütevazı  yazıhanesinde, bu düşüncemi Üstad’a açtığımda, ilgilenmişti. Dikkatle  yüzüme bakmış: “Sen daha önce bana geldin mi?” demişti. “Evet,” dedim.  “Niye arka planda kaldın?” dedi. Verecek cevap bulamadığımı görünce:  “Bana sık sık uğra!” dedi.
Artık beni, kendi ifadesiyle, en yakını olarak kabul etmişti.
Aynı  yılın mayısında, Büyük Doğu’ yu tekrar çıkarma hazırlıklarına  başlamıştı Üstad. Benden hikâye istedi. Çekine çekine “Yüreğimi Sana  Bırakıyorum” adlı bir hikâye götürdüm. Biliyordum ki Üstad’ın gözünde  iki hikayeci vardı: Maupassant ve Poe… Sait Faik’i bile beğenmeyen  Üstad, benim hikâyemi nasıl beğenebilirdi?
Bir hafta sonra yanına  vardım. Beni görünce hemen yerinden fırladı. Yüzünde mutluluk ifadesi  vardı. Ceplerini karıştırdı ve bir beşyüz liralık çıkardı. Oğlu Osman’ı  çağırdı: “Bunu bozdur gel!” dedi. Az sonra Osman geldi. Paraları alan  Üstad, ikiyüzelli lirasını bana uzattı: “Bu, senin telif ücretindir.  Gelecek sayı, bunun on katını vereceğim,” dedi. Almak istemedim. Israr  etti. Muhtemelen cebindeki paranın yarısını bana vermişti. “İşte,” dedi,  “hikâye böyle yazılır!…” O günkü sevincimi anlatamam…
Üstad için, kitap okumaz, derler. Sohbetlerimizden biliyorum ki, o, Batı romanını derinlemesine biliyordu. Hele Proust’u âdeta ezberlemişti. Benim hikâye ve romana olan merakımı bildiğinden, başbaşa kaldığımızda hep bu konulardan söz açardı.
Bir gün kendisine roman yazmasını söyledim. “O ve Ben,” “Cinnet Mustaiili”, “Babıâli” gibi eserlerin yazarı, roman da yazabilirdi. “O ayrı iş,” dedi Üstad, “piyes binasıyla roman binası farklı. Bunu senden bekliyorum.” Fakat sonunda roman yazmaya karar verdi ve “Aynadaki Yalan”ı yazdı. Kitap çıktığında ziyaretine gittim. “Aynadaki Yalan”ı hemen imzaladı ve uzattı: “Al sana roman. Oku. Bayılacaksın,” dedi. Sanki romanın nasıl olması gerektiğini bizzat göstermek ister gibiydi.
Bir süre sonra rahatsızlığı arttı. Evinden pek çıkamıyordu. Ziyaretine gittiğim bir gün: “Müjde!” dedi. “Kafa Kâğıdı” adlı bir roman yazıyorum. Bir süre daldıktan sonra ekledi: “Kafamda sayısız roman, sayısız hikâye var. Fakat vakit kalmadı!…”
O gün içimi elem bürümüştü. Acaba bu büyük dâhi,  çölde kuruyan dudaklara su yetiştirmek vazifesini üstlenme-seydı ne  olurdu? Zweig’in Balzac için kullandığı cümleyle ifade edersek; yalnız  şiirde değil, piyes, roman ve hikâ-yade de geride kalanlara söyleyecek  söz bırakmazdı.
Evet, kader onu sık sık sanatının dışında şeylerle  uğraşmaya zorladığı içindir ki, dünya edebiyatı Necip Fazıl’ dan mahrum  kaldı.
(Durali Yılmaz – Türk Edebiyatı Dergisi, Temmuz 1983)
 
																								 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
														 
																																		 
																																		 
																																		 
														