Necip Fazıl Kısakürek’in Trabzon’a Ait İzlenim Ve Hatıraları
NECİP FAZIL KISAKÜREK’İN TRABZON’A AİT İZLENİM VE HATIRALARI
Necip Fazıl Kısakürek, bir yolculuk hatırası olarak zihnimize çizdiği Trabzon’la ilgili izlenimlerini 1920’lere kadar götürmektedir. Necip Fazıl, İstanbul-Trabzon yolculuğunu Kafa Kâğıdı adlı eserinde şöyle anlatır:
“Anadolu harekâtı gelişmeye başlamış ve devletleşme çığırına girmiştir. …Büyük dayım Anadolu’da Erzurum Polis Müdürü… Haydi bu defa onun yanına!.. Anneannem, annem ve ben, yabancı bir kumpanyanın gemisiyle güverte yolcusu olarak Trabzon yönündeyiz. Trabzon’dan yaylı arabasıyla yedi günde varılan Erzurum. İlk konak, Hamsiköy’de taş devri insanlarına göre bir han. Gece battaniyelerimizin altına sığınmış uyumaya çalışırken dışarıdan üst üste pat pat silah sesleri… Ne oluyoruz? Fırlayıp alt kata iniyor ve bizim arabacı Tevfik’e soruyorum. “- İnönü zaferi, diyor; ordumuz kazanmış… Haberi geldi. Şenlik yapıyorlar… Arabacı Tevfik mühim adam… Hem Erzurum-Trabzon arası araba işletir, hem de civarın eşkıyasını idare eder, onlara söz geçirir, belki de yol gösterir. Güzel atı da vardır ve arabamızın önünde gitmektedir. Zafer ve şenlik haberini alınca anneannem doğruldu: – Bir gazete alalım bari!… Hamsiköy’de gazete?.. Gülüştük.”
Necip Fazıl, bu yolculuktan O ve Ben adlı eserinde ise şöyle söz eder: “Erzurum’da polis müdürü dayımın yanına gittik… Niyetim kışın son demlerini Erzurum’da geçirdikten sonra İstanbul’a küçük dayımın yanına dönmek ve sonbaharda “Darülfünûn”a girmek… Yolda Zigana dağlarının çam ağaçları ve her birinin ağzından halat kalınlığında billur sular akan pınarlarla süslü heybeti, Kop dağının da göklere doğru kabaran ziynetsiz ve içine kapanık haşmeti beni büyüledi. Yolda, bir handa iri bir ağaç kovuğundan farksız odamızda, kuru nevalelerimizi yerken birden korkunç tüfek sesleriyle irkildik. ”
Necip Fazıl, yıllar sonra, 1933’te Trabzon İş Bankası şubesinde muhasebe servisinde çalışmaya başlar. Yazar, bu konudan, daha sonra, O ve Ben adlı eserinde şöyle bahseder: “Banka memuriyetiyle Anadolu’nun şimali… Kısa zamanda nefes nefese yine aynı şehre avdet… Bu gidiş gelişler, İstanbul’a darılıp Anadolu’da açılmak, sonra Anadolu’da patlayıp İstanbul’da ferahlamak isteğinin boş yere baş vurmaları… Yoksa daralmak ve patlamak esas.”
Sonra, yine, O ve Ben’de hayatından bahsederken  Trabzon’u, “Vicdan azabı gibi toz yağan yağmurunun altında cinnet  buhranlarına düştüğüm Trabzon” diye söz açar.
Ahmet Hamdi Tanpınar,  Necip Fazıl’ın bazı şiirlerinin beslenme kaynağının “Kop dağı” merkezli  olduğuna işaret eder: “Fener, Gözler, Otel Odaları, Sayıklama, Geçen  Dakikalarım … Bütün bu acının yenilmez arzu ve tutulmaz vehim  usarelerinden süzülmüş emsalsiz ve bahasız içkiler, hep oradan yirmi  yaşında genç bir adamın bundan on sene evvel, Kop dağının bir döneminde  -üstünde fırtınalar didişen ve ayağının ucunda uçurumların baş döndürücü  daveti işitilen ücra bir köşesinde- açtığı dükkândan geldi.”
Necip Fazıl’ın, Trabzon günlerinde yazdığı Bu Yağmur adlı şiirinin ilham kaynağı Trabzon’un yağmurudur. “Bu yağmur, bu yağmur, bu kıldan ince,/ Nefesten yumuşak, yağan bu yağmur./Bu yağmur, bu yağmur, bir gün dinince,/ Aynalar yüzümü tanımaz olur”
mısralarıyla başlayan şiir, yağmurun şairin iç dünyasında meydana getirdiği sarsıntılarla devam ederken de beslenme kaynağı olarak Trabzon izlenimini açıkça verir: “Bu yağmur, kanımı boğan bir iplik,/ Tenimde acısız yatan bir bıçak,/Bu yağmur, yerde taş ve bende kemik,/ Dayandıkça çisil çisil yağacak./Bu yağmur, delilik vehminden üstün,/Karanlık kovulmaz düşüncelerden./Cinlerin beyninde yaptığı düğün,/Sulardan, seslerden ve gecelerden…”.
Necip Fazıl, Babıâli adlı eserinde Trabzon  günlerine pek çok anekdot nakleder. Bu anekdotlarda, Trabzon’un o  devirdeki hayat akışına dair izlerini canlı bir şekilde görme imkânı  yakalarız. Eserde, Trabzon’a gelişle ilgili ilk izlenimler şöyle  nakledilir: “Artık ‘genç şair’ devresinin son yılını yaşayan  kahramanımız, … Trabzon’da. Onu, “Yeşil Yurt” isimli bir otele  indirdiler. Büyük bir taş merdiven, lokanta hizmetinde, at koşturacak  kadar kocaman bir salon ve deniz ve park tarafında karşılıklı yatak  odaları… Onunki, otele girer girmez, solda, park tarafındaki ilk oda.  Ah, bu odada geçirdiği aylar!..
Birkaç gün hasta yattı. Otel  penceresine bitişik gibi duran, henüz ilkbaharın giydiremediği bir ağaç,  bir ağaç iskeleti… Her istikamette dalları ve dallarının üstünde daha  küçük, derken küçük üstünden en küçük dallarıyla, bu ağaç, ateşi 39’u  aşan ona şöyle diyor:
– Bak, ben tek ve sabit bir gövde üzerinde  sayısız bir dağılışın ve bu dağılışı merkezinde düğümleyen “tek” ve  “bir”in ne ihtişamlı mimarîsini heykelleştiriyorum! Bak ve düşün!..
Deniz  tarafından gelen şimal rüzgârının çıldırttığı bu dallar, her yöne doğru  gidip gelir ve fezadaki istikamet ihtimallerinin ayrı ayrı kapısını  çalarak ıstırap dolu eller gibi bir yalvarış senfonisi bestelerken, o,  yatağında ve beyin kıvranmaları içinde…”
Necip Fazıl, 1933’teki görevinden kırk yıl sonra, 1973’te Trabzon’a konferans vermek için gelir. Bu ziyarette, “Yeşil Yurt” otelinin kendi kaldığı dönemden bu yana hiç değişmediğini görünce büyük bir hayrete düşer. Onun, bu hayrete dair değerlendirmeleri Bâbıâli’de şöyle yer alır: “Son konferanslarından birini vermek için Trabzon’a giden kahramanımız, bu oteli, odasını, hatta dökük beyaz boyalı karyolasını yerinde bulmuş ve kırk yıllık bu hatıralar eşyası karşısında çarpılıp kalmıştır…”.
Necip  Fazıl’ın Trabzon’daki günleri banka işleri dışında genellikle okuma ve  düşünmekle geçer. O günlerde edebî faaliyet olarak “Bu Yağmur” şiiri  dışında Varlık dergisine gönderdiği, hafakanlar içinde yazdığını  belirttiği “Gece Bekçisi ve Asma Saat” adlı hikâyesi ve Fransızca  yazdığı mektuplar vardır.
Necip Fazıl, Trabzon’da yazdığını  belirttiği “Bu Yağmur” şiirinin arka plânını şöyle çizer: “Trabzon’da  bir hâl, edebî bir yağmur… Yağmur değil, pudra gibi ipince bir  çiseleme… Vicdan kıvranışı, ter döküşü gibi bir şey… Bir gün, on gün  değil, hep böyle, gece ve gündüz böyle…”
Daha sonra, yağmur  eşliğinde sinemaya gidişini anlatarak dönemin kültür hayatına dair bir  takım tespitleri de aktarmış olur. Tespitte, sinemada gösterilen  filmdeki yağmuru Trabzon’un yağmuruyla mukayese eder. Sonra da  kendisiyle yağmur arasındaki ilişkiyi aktarır:
“Bir gece sinemaya  gideyim dedim.Yazın ilk günleri geldiği için açık hava sineması bu… Ve  yağmur… Sinemanın kapısında filmin ismi: Bir Millet Uyanıyor! “Deli  Nizam”, Nizameddin Nazif’in İstiklâl Harbine ait, … eseri… Yağmur  rutubet pudrası hâlinden su püskürtüsüne döndü.
Kapıdan megafonla bağırıyorlar:
– “Bir millet uyanıyor!” Gelin!..
Ve bir çocuk bağırmakta:
– Bir millet uyanıyor! Gidin!
Gerçekten filmin içinde de dışında da ahmak ıslatan altında bir millet…
Bu  yağmur, bu Trabzonlu yağmur onu âdeta hasta etti, cebine bir takım  sinir ilaçları koymasına yol açtı ve ona “acaba kalp hastası mı  oluyorum?” gibilerinden bir kuşku aşıladı.
İyi havalarda oturduğu parka gelen askerlik arkadaşı bir maliye müfettişi ve yanındaki vergi müdürü onu teselli ediyorlar:
– Yok canım, otuzundan önce umumiyetle kalp rahatsızlığı olmaz.
Orada, Bu Yağmur şiirini yazdı.”
Necip  Fazıl’ın Trabzon günleri ata olan merakının giderilmesine vesile olur.  Böylece, daha önce Erzurum Emniyet Müdürü olan dayısını ziyarette  edindiği at merakı burada da sürer. Yazar, Trabzon’daki atla ilgili  anılarını şöyle anlatır:
“Genç şair”in Trabzon tesellileri arasında,  at, o güzel hayvan… Bir askerî dişçi doktor, ona nefis Arap atını,  istediği kadar binsin ve hatta terbiyesini sağlasın diye emanet  etmiştir. O da Londra malı çizmeleri ayaklarında, uzun ve yırtmaçlı at  ceketi sırtında, “monoklü” gözünde ve bej rengi (pötisüet) eldivenleri  ellerinde ata binmeye bayılıyor. Sahil boyunca ilerleyip Soğuksu denilen  tepeciğe çıkmak ve alacakaranlıkta yine sahil yoluyla dönmek en büyük  zevki.”
Necip Fazıl’ın Trabzon’da, bu atla yaptığı gezintiler,  tabiatla hemhal oluş dışında, düşünce ufkunun genişliği ve insan-mekân  ilişkisini de ortaya koymaktadır. Yazar, bunu şu cümlelerle bize  aktarır:
“Denize bakarak düşündüğü oluyor: Ufkunda hiçbir kara  parçası olmayan deniz… Enginlere doğru her şeyi küçültüp mesafe  mefhumunu bir daire içinde sıkıştıran, ölçü dışı bırakan cüssesiyle ne  muazzam bir varlık!.. Ve başını kayalara çarpıp uzaklıklardan ağlayan  sesiyle… Ve üstünde, uçsuz bucaksız bir çölü aşmaya bakan karıncalara  benzer gemiler… Hele isli ve puslu Karadeniz… Birden tiyatroda bir  fon perdesi düşmüş gibi meydana çıkıveren bir gemi; sonra yine bir fon  perdesi kalkmışçasına kayboluş…, nerededir? Dünya ile ulaşımı olan bir  yerde mi, yoksa dünyadan kopmuş ve bir sal gibi bu noktada durmuş bir  adada mı?”
Necip Fazıl’ın, sahil-Soğuksu arasında yaptığı at sırtındaki gezilerde, aklına askerdeyken okuduğu, Napolyon’u anlatan İmparatorun Son Günleri eserde geçenler gelir. O, bu zaman diliminde, at sırtında korkunç okyanus sularına bakarak içlenen Napalyon’u düşünür. Sonra, bu düşünüşün sebebini kendisinin Baudalaire okuyucusu oluşuna bağlar.
Necip Fazıl’ın bu gezilerle ilgili son hatırası da şöyle gelişmiştir: “Bir akşam atla gezintiden döndü, atı ahıra bıraktı ve eldivenini sıyırarak avucunun içindeki şekeri ata yedirdi. Sonra atın salyası bulaştığı için elini yemliğin tahtasına sildi, mendiliyle kuruttu ve oteline gitti. Otelde elbise değiştirir ve yıkanırken gördü ki, ata şeker verdiği elinin üzerinde hafif bir kan izi… Herhalde yemliğin tahtasından bir kıymık batmıştı eline… Yemekte karşısında oturan bir doktora vaziyeti anlattı. -Aman, demesin mi doktor, aman hemen tedbir alalım, tetanos mikrobu geçmiş olabilir. Ahır bu ihtimalin en korkulu yeri!. ….Doktorun açıklamalarından sonra “genç şair”, “on beş günü tetanosun maddi azabını aşan manevi bükülmeleri”yle geçirir.”
Necip  Fazıl Trabzon’dayken, Ertuğrul Sadi Tek’in tiyatrosunda, Hamlet  oyununda küçük bir rol alır. Yazar, Bâbıâli’de o günleri ve rol alışını  canlı bir şekilde nakleder. Bu arada, yönetmene yönelttiği eleştiriler  de ön plâna çıkar:
“Trabzon’a Ertuğrul Sadi Tek’in tiyatrosu geldi.  Ertuğrul Sadi, Peyami Safa ile beraber aktör Burhaneddin mihveri  etrafında sahneye kapılananlardan… Sonradan o, adı tersinden Muhsin  Ertuğrul’a uyarlanmış olarak, Muhsin’in (akademik) yoluna mukabil derme  çatma, yarı tulûatçı ve ancak turnelerde boy gösterebilici salaş  tiyatrosu yolunu tutmuş ve adaşının onda açtığı yara yüzünden içindeki  küçüklük ukdesini hep gülünç taklitlerle Muhsin’e karşı çıkma şeklinde  gösterir olmuştur. Ertuğrul Muhsin Hamlet’i mi oynar? O da aynı roldedir  ve ondan üstün oynadığına kanîdir. Aradaki farksa, onca, sahne, dekor  (aksesuar), kadro farkından başka bir şey değil.”
Hamlet’te geçen bir kısa diyalog Peyami Safa’nın olduğu kadar Necip Fazıl’ın da dikkatini çeker. Necip Fazıl, bu hadiseyi önce sahneye çıkışından başlayarak nakleder: “Ben de kumar sahnesinde görünecek figüranlardandım. Sıram gelince sahneye dalıvermiştim. Fakat, tepemdeki fesi çıkarmayı akıl erdirememiştim. Evet, Parisli kontların, baronların arasına, başımdaki fesle daldım. Ertuğrul Sadi, şaşkın bakışan aktörlere ve seyircilere karşı, vaziyeti müthiş bir buluşla kurtararak “Buyursunlar prens hazretleri!” diye beni aktörlere Mısır prenslerinden biri olarak takdim etti. Evet, Trabzon’da Shakespeare’in Hamlet’i… “Genç şair”e sahnenin kulis tarafına bir koltuk yerleştirerek … yer gösterdiler…”
Peyami Safa’nın Shakespeare’in dehasına en keskin örnek olarak göstermiş olduğu:
“- Horaçyo, bana bir şey söyle!
–  Ne söyleyeyim efendimiz?” ifadeleri Necip Fazıl’ı derinden etkiler.  Hamlet’te geçen bu ifadeler, Necip Fazıl’da, ‘kıldan ince’ ve ‘nefesten  yumuşak’ bir yağmur altında oteline giderken; “Ben burada fazla  yapamayacağım Horaçyo!”, “Nerede yapılabilir ki, efendimiz?” şekline  dönüşür.
Ertuğrul Aydın / Trabzon Türk Ocağı
 
																								 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
														 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
																																		
Güzel bir yazı ancak:”Sahil boyunca ilerleyip Soğuksu denilen tepeciğe çıkmak ve alacakaranlıkta yine sahil yoluyla dönmek en büyük zevki.” ve “Necip Fazıl’ın, sahil-Soğuksu arasında yaptığı at sırtındaki gezilerde,..” cümlelerinde bir gariplik var. Soğuksu ile sahilin alakası yok. Soğuksu, sahilden tamamen uzak ve sahil yolundan değil şehrin iç kesiminden sürekli viraj alınarak çıkılan bir tepe. Yani “sahil-Soğuksu arası atla gezmek diye bir şey olamaz. 1930lu yılları düşünürsek o zaman şimdiki gibi denize inen düzenli caddeler olmadığına göre Üstad, ahırın bulunduğu yerden ki büyük bir ihtimalle ahır Maydan’da Yeşilyurt oteline yakın bir yerdeydi Uzun Sokak, Tabakhane Köprüsü, Ortahisar, Zağnos Köprüsü güzergâhını takip ederek Atapark’ın kenarından Erdoğdu Mahallesi’nden yukarı soğuksuya çıkmış olmalı. Saygılarımla.