Bâbıâli’nin Son Sayfaları
BÂBIÂLİ’NİN SON SAYFALARI
Sanırım 1978 sonbaharıydı. Hava pusluydu. Büyük Doğu’nun Yerebatan’ndaki bürosu… O yılın mayısında çıkmaya başlayan Büyük Doğu son kez kapanmıştı. Necip Fazıl belki de dergi yerine çıkaracağı raporları düşünüyordu. Ülkenin ufku, tıpkı dışarısı gibi giderek kararıyordu. Aslında Büyük Doğu’nun günlük çıkması gerekiyordu ama imkânlar ortadaydı. Büyük Şair, yılların yorgunluğunu omuzlarında hissediyormuşçasına durgun, caddeye bakıyordu. Bir zamanlar ülkenin bütün şair, hikayeci, yazar kim varsa hepsini Ağaç dergisinde, ardından Büyük Doğu’da toplayarak, bir orkestra şefi gibi yöneten, ele avuca sığmaz ve hiçbir kayıt altına alınamaz sahici sanatkâr, çalkantısız bir içdenizi andırıyordu. Yıllar önce onun çevresinde şöhreti yakalayıp sonra sırt çeviren, şimdi de ona sabık şair diyenleri düşünüyordum. Ama onu en çok yaralayan, en yakınlarından gelen bir mektuptu.
Büyük  Doğu’da yazmaya davet ettiği ve kendi çocukları gibi gördüğü insanlar,  bir mektupla bu daveti reddetmişlerdi. Burada Cahit Zarifoğlu’nun adı  vardı ama imzası yoktu. Büyük Şairin, bunu özellikle dile getirdiğini ve  bugünden sonra Zarifoğlu’na daha farklı baktığını biliyorum. Ülke,  aydınları bile girdabına alabilen işte böyle bir politik çalkantı  içindeydi. O anda Büyük Şair, bana döndü:
“Sezai’yi arayalım,” dedi.
Ben  öylece bakıyordum. Oğlu Osman da oralardaydı. Hemen telefonu çevirdi.  Telefon numarasını ezbere mi çevirmişti, deftere mi bakmıştı, yoksa  Osman’dan mı istemişti? Şimdi tam hatırlayamıyorum.
Telefonu  çevirirken her şey normaldi ama konuşma başlayınca önce bir şaşkınlık,  ardından öfke, ardından da hüzün yürüdü Büyük Şairin yüzüne. Aklımda  kaldığı kadarıyla konuşma şöyleydi:
“Sezai’yi ver bana…”
Karşıdan gelen cevap tahminen şöyle:
“Rahatsız efendim.”
“Orada değil mi?”
“Kimseyle konuşmuyor.”
“Ver dedim.”
“Ben Necip Fazıl… Ben kimse miyim?”
Biraz durakladıktan sonra kırgın bir sesle ekledi:
“Durali de burada… Sesini duymak istedim… Niye uğramıyorsun bana? Cenazeme mi geleceksin?..”
Sonradan öğrendim ki, Sezai Karakoç hastaymış, telefona çıkan da Tahir Yücel’miş. Bunu sonraları Tahir’le konuştuk.
Büyük  Şair, telefonu kapattı. O güne kadar hiç görmediğim bir hüzün belirdi  yüzünde. Bir süre sessizce önündeki kâğıtlara baktı. Bir ara kalemi  eline alır gibi oldu, vazgeçti.
“Ankara’ya gittiğimde hep yanımda  olurdu. Beni uğurlamak için istasyona gelirdi. Trenin arkasından  koşardı,” dedi mahzun bir halde.
Ve şimdi tam hatırlayamadığım  birçok takdir edici sözler söyledi Sezai Karakoç için. Ama yüzündeki  hüznün gölgesi açılmamıştı. Çok sevdiği birine karşı yaşanan kırgınlık,  insanın yaşadığı en büyük acı olmalıydı. Hele bu insan büyük bir şairse.  onun hüznü bütün insanlığı sarsabilirdi. Bütün gücümü toplayarak,  mırıldandım:
“Efendim, Babıâli’de yazdıklarınıza üzülmüş olmalı.”
Ben  Sezai Karakoç’un, Necip Fazıl’ın o kitabında yazdıklarına kırıldığını  biliyordum. Kendisinden duymamıştım ama kulağıma çalınmıştı bir  yerlerden. Tabiîdir ki onun kırılmasını çok da hak-lı buluyordum.  Birçokları için özel cümleler kullanılırken, bazılarına kürsüler  verilirken, Sazai Karakoç gibi bir büyük şairin “Ah bizimkiler, vah  bizimkiler…” denilerek, birkaç isimle birlikte zikredilmesi olacak iş  değildi.
“Nasıl olur?” dedi, “ben, o eserimde adı geçenlerin hiç  biriyle değişmem Sezai’yi. Ben orada bazılarının adını öne çıkarırken  ironik bir ifade kullandım. Onlardan bin tanesi bir Sezai eder mi?”
Büyük Şairin hüznü, bütün odayı kaplamıştı. Ne diyeceğimi bilemiyordum. Uzun süren sessizliği yine kendisi bozdu:
“Hemen bunu tashih edeceğim. Demek yanlış anlaşıldı.”
Büyük Şairin hüznü bir girdap gibi beni de çekip almıştı. Sessizlik giderek dayanılmazlaşıyordu.
Bayazıt.  Hamamının karşısında, nargileciler kahvesi vardı. Sezai Karakoç,  akşamları oraya geliyor ve geç vakitlere kadar oturuyordu. Bir akşam  gittim ve Sezai Karakoç’un yanına oturdum. Laf açıldı ve ben Necip  Fazıl’ın: “Bin şu kişi, bin bu kişi bir Sezai eder mi?” dediğini  naklettim. Tabiî ki Necip Fazıl’ın Babıâli’nin sonlarını yeniden  yazacağım da söyledim.
Sezai Karakoç gerçekten haklıydı. Babıâli’yi  kim okusa, orada onun harcandığını söylerdi. Bu konuyu açmamdan memnun  oldu. Hatta çok rahatladığı da belliydi. Bana döndü ve ciddî bir  ifadeyle:
“Bunu yazsan iyi olur,” dedi.
Büyük Şair,  Babıâli’nin sonlarını yeniden yazdı. Ne var ki bunu yayınlayamadı.  Sonraki baskılar sanırım Mehmet Kısakürek tarafından düzenlendi. O  kısımlar bol noktalı ve boşluklu olarak yayınlanmaya devam etti. Altına  da bir not eklendi. O nota bakılırsa, bunda haklı gerekçeleri de vardı.  Bana göre doğru olan, o sayfaların eserden bütünüyle çıkarılmasıydı;  bugün yanlış anlaşılan bu sayfalar, yarının araştırmacılarını da  yanlışlıklara sürükleyebilirdi.
Büyük Şair’in neler yazdığını  bilemiyoruz. Belki kamu oyunda yanlış anlaşılacak ifadeler de vardır.  Bunlar, yukarıda belirtilen olaylar sebebiyle bir anlık kırgınlık sonucu  yazılmış da olabilir. Ondan kalanlar üzerinde yapılacak bir ilmî  çalışmada, bu düzeltmelerin yer alması daha uygun olabilir. Herhalde  ondan kalan bir kelimeyi bile yoketmek kimsenin aklından geçmez. Hele  evlatlarının hiç geçmez. Bana kalırsa, bir Necip Fazıl Enstitüsü  kurulmalıdır. Ondan kalan ne varsa koruma altına alınmalıdır.
Bunları niçin yazdım? Aradan 27 yıl geçtikten sonra bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek için mi? Araştırmacılara bir kapı aralamak için belki de… Yoksa Necip Fazıl ve Sezai Karakoç, Türk edebiyatında çoktan yerlerini almış iki büyük şair… Türkçe var oldukça her ikisinin de varolmaya devam edeceğini biliyorum.
(Durali Yılmaz – Yedi İklim Dergisi, Necip Fazıl Özel Sayısı – Mayıs 2005)
 
																								 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
														 
																																		 
																																		 
																																		 
														