Üstad, Peyami Safayı Anlatıyor
ÜSTAD, PEYAMİ SAFAYI ANLATIYOR
Beylerbeyi’nde  oturuyorduk. Hayatı boyunca bana fazla bir alâka göstermemiş olan  babam, ben daha Üniversiteye girmeden ve 33-34 yaşlarında ölmüştü. Ben  daima annem ve küçük dayımla beraberim. Bir de, malûm mübarek  anneannem…
Beylerbeyi’nin yalılar boyu caddesindeki çınarlar  arasında ve şiir hummaları içinde gidip gelirken, daima bir gölgeye  rastlıyordum. Elleri arkasında, benim gibi koca kafalı, üstelik cılız  vücutlu, hep düşünceli spor ceketli ve gri pantalonlu, ihtiyarla çocuk  bulamacı bir genç… Onun için, muharrir, romancı demişlerdi.
Bir gün Boğaziçi vapurunda, Hasan Ali Yücel, onu bana takdim etti.
– Peyami Safa Bey…
Ve  aramızda hemen büyük bir dostluk tutuştu. İkinci Dünya Harbine kadar  süren, derken siyasî görüş ayrılığından gölgelenen, hele benim mürşid  eşiğinden içeri göz atışımdan sonra büsbütün tavsayan; Türkiye’nin en  büyük şairi bilinirken Müslümanlıktan başka gaye tanımayışım meydana  çıkınca, benden teker teker el çekenlerle bir hizada pörsüyen, tekrar  canlanan ve aynı gayede buluşuyormuşuz hissini veren; yine, çatlayıp  kuruyan ve öylece kalan mahzun bir dostluk… Ama gençliğimin en sıcak  dostluklarından biri. Boyuna çizgisine girer gibi olup, sonra  çizgisinden çıkar gibi olan, fakat hiç bir zaman tam zıddına dönmeyen bu  eski dostluğu, arada bir tersine çevirici tek saik, daima Peyami’nin  değişmeleri olmuştur. Biz sabit kaldık ve hep yerimizde bekledik. Zira  yerimizi bulmuştuk.
O ve Ben kitabından.
 
																								 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
														 
																																		 
																																		 
																																		 
														