Hocalarım
HOCALARIM
Din  Dersleri Hocamız, İslâmiyetin bütün insanlığı nasıl kuşatacağına dair  bir tahassüs ve tahayyül yazımı o kadar sevdi ki; onu sınıfta okuttu,  yüzüme dikkatle baktı ve istikbâlde benden çok şeyler beklediğini  söyledi.
Bu, Aksekili Ahmed Hamdi Efendiydi. Demokrat Parti devrinde  Diyanet İşleri Reisliğinde bulunan ve makamiyle vicdanı arasındaki  muhasebe neticesinde kalbi çatlayıp ölen Ahmet Hamdi Aksekili…
Diyanet  İşleri Reisliğinde oldukça sık temasta bulunduğum merhum, talebesine o  zamanlar biçtiği kıymeti Allah’ın gerçekleştirmiş olduğunu söylerdi.
Tarih Hocamız Yahya Kemal!
Yine Hocalarımızdan Hamdullah Suphi’nin sınıfa girip, bize:
– Türk dili ve şiirinin en usta yontucusu!
Diye takdim ettiği Yahya Kemâl!..
Boyuna  burnunu karıştıran kontrolsüz hâli, dalgın ve eşyadan habersiz tavrı,  efsane kahramanları etrafında boyuna köpürttüğü satıhcı heyecaniyle,  Yahya Kemal, beni o zamandan çekmedi.
Bir de İbrahim Aşkî Bey…
Hocalarımızın  en yaşlısı, derin irfan sahibi, ancak birkaç tanıdığı arasında maruf ve  herkesçe meçhul hususî kıymet… Edebiyat ve felsefeden, riyaziye ve  fiziğe kadar iç ve dış bir çok ilimde derin ve mahrem mıntıkalara kadar  nüfuz edebilmiş, bir kaç risalecikten başka hiçbir şey neşretmemiş ve  kabuğunun içinde sönüp gitmiş, bu kızıla çalan palabıyıklı ve Tatar  suratlı insan, sonradan bize Edebiyat Muallimi oldu; ve bana bilmeden,  isteklisi olduğum dünyadan, belki derme çatma, fakat ilk adresleri  verdi. Edebiyat derslerindeki vazifelerimden bende bir şeylere dikkat  etmiş olacak ki:
– Sen oku, dedi; her şeyden evvel oku! Amma okumaya başlamadan evvel bil, ne okuyacağını bil! Sonra sınıfa dönüp hitap etti:
-Talebe  ne demektir? Talep etmekten, istemekten gelir bu isim… Talep etmek de  bir ilimdir, bir ilk ilim… İlim istiyebilmek için de bir ilk ilim  ister. Muallim de böyledir; bir taraftan öğretirken, bir taraftan da  talebesi ona öğretir.
Sınıfın kapısında, ona:
– Ne okuyayım, dedim; ne okumamı tavsiye edersiniz?
– Ben getiririm!
Dedi  ve bana iki kitap getirdi: Sarı Abdullah Efendinin Semerât-ül Fuad  (Gönül Verimleri) isimli meşhur eseriyle, «Divan-ı Nakşî» diye, sahibini  bilmediğim manzum bir kitap…
Tasavvufla, deri üstü deri bir satıh plânında da olsa, ilk temasım başlıyordu.
Fuzûli’nin;
«İlm-i kisbiyle pâye-i rifat,
Arzu-yu muhal imiş ancak.
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm, bir kîl-ü kaal imiş ancak.»
Mısralarını  sık sık tekrarlayan ve (kesbî – sonradan kazanılmış) bilgilerle  yükselmenin muhal olduğunu anlayacak ve her şeyi aşka bağlayacak kadar  arif olan İbrahim Aşkî Bey, aynı zamanda yaman buluşlara, nüktelere  sahipti.
Bana derdi ki:
— Sana diyorum ki: Gel, işte yeşillik, işte otlak. Dört ayağını dayamışsın, gelmem diyorsun!
O sıralarda, bir mecmuanın tefrika ettiği (Erenlerin Bağından) münasebetiyle Yakup Kadri için de demişti ki:
– Bağına girmiş amma üzümünü yiyememiş!..
 
																								 
																																		 
																																		 
																																		 
														 
														 
																																		 
																																		 
																																		 
														