DÖRT KÖŞE MEYDAN
Yarabbi;  (11 Mayıs 1953 Pazartesi akşamı, Ankara Hapishanesi revirinde dişçi  odası, saat 7.30) bu satırları karaladığım, şu anda, senden, bu dünya  cehennemine bir kartpostala bakar gibi, yanmadan ve kavrulmadan, sadece  ibret ve haşyet gözüyle baktıracak ruh kuvvetini istiyorum. Yarabbi, bu  kuvveti bana ver; ve içinde yandığım alevleri, onlardan alınacak ders ve  ahlâk mahfuz, içimde kartpostallaştır! Onu kendime ve bütün dünyaya,  senin için, hikmetlerin adına, emniyet ve hâkimiyetle gösterebileyim…
Ah,  bu dört köşe meydanın, çepçevre dört çizgi halindeki yollarında  duyduklarım!.. Eğer Allah ile aramdaki sırların hududunu örselemek  korkusu olmasaydı, birkaç kelimeyle sizi fena edebilirdim. Tek kelime  dinleyemez hâle gelir ve etinizden kılçık çeker gibi, bu bahsi  kafanızdan atmaya, çıkarmaya, itrah etmeye, kayyetmeye mecbur  kalırdınız.
Var ne, yok ne, ayniyet ne, zıddiyet ne, tek ne, çift ne, adet ne?…
“- Hiçbir nefse takatından fazla yüklemem!”
Buyuran  Hakka ne diyebilirdim?.. Çekiyordum, çekecektim. Halimden sadece  (fizyolojik) bir iki tezahür kaydedeyim: Sinirlerim o hâle gelmişti ki,  dört köşe meydanın pencerelerinden gözüme çarpan Malatya ışıklarını  sarımtırak beyaz değil de, kırmızı, kan rengi kırmızı görüyordum. Süt  beyaz kara baksam yine o renk… Ve dehşetler içinde görüyordum ki,  yatağımda veya dışarıda ve daima herkesten gizliyordum ki, gözyaşları,  artık gözümden, (firijider)den çıkmış gibi, buz gibi gelmektedir.  Katiyen insanı kandırmıyan ve cümudî bir bünyeden sızdığı hissini veren  bu soğuk, buzdan soğuk göz yaşlarını, 40 küsur yıllık hayatımda ilk defa  olarak, Malatya’da görüyordum. Bir müddet sonra, Kâinatın Efendisine,  Peygamberlerin Başbuğuna ait bir düstur olarak öğrendim ki, en makbul  gözyaşı, ruhanî gözyaşı buymuş; gözden buz gibi gelen yaş… Fakat ben  kendimi böyle bir hâle lâyık görmediğim için teselli hissemi  çıkaramıyordum.
Bu hâlin, farkındasınız, ruhî arazlarını tam  anlatamıyorum; onlar bende kalacak, belki tohumlaşıp, nice esere gövde  verecek, fakat aslâ oldukları gibi gösterilmeyecek ve dudaklarımın  ucunda kalmış olarak benimle mezara girecektir. Fakat sakın bunları,  telâfisi derhal mümkün ve çoğu maddeye bağlı dünya sıkıntılarına ait  şeylerden doğma sanmayın!
Elektrikleri kesilmiş evim, açlığa  bırakılmış çocuklarım, matbuat isimli esatirî yalan ve tezvir makinesine  duyduğum hınç, dâvamızı içeriden ve dışarıdan sürükledikleri çıkmaz,  çamaşırlıktaki namaz takkelerine kadar didiklenen Müslümanların hâli,  artık bana “Mektubunu aldım, fakat ürküyorum, cevap veremem” demekten  bile korkan dostların vaziyeti… Bütün bunlar belki sıkıntılarımın  başıydı, ilk kritikleriydi. Fakat yangın çıktıktan sonra bunlara yer  kalmadı. Bunların hepsi birden ikinci plâna geçti. Sadece ilâhî hikmet,  mücerred çile, yanmak için yanmak, Allah için yanmak… Bunlar kaldı.  Bunlar ve ben… Bulunmazı bulmaya, düşünülemezi düşünmeye, muhali  kurcalamaya mahkûm ben:
-Nokta ne, çizgi ne, satıh ne, cisim ne, renk ne, ışık ne, ruh ne?..”
(Cinnet Mustatili, Büyük Doğu Yayınları, 10. Baskı / s.134-137)
