BİR YALNIZLIK GECESİNİN VEHİMLERİ
“Büyükbabam  gözümün önünde öldü. Yorganın altından fırlamış, yeşile çalan sarı  renkte kupkuru bir ayak… Buruşuk bir yorgan… Arkasına yastıklar  doldurulan hasta, yatağa yarı oturmuş vaziyette, baygın gözleriyle uzak,  göz alabildiğine uzak bir âleme dalmış…
Tam bu vaziyette, enseye incecik bir iplikle bağlı gibi duran kafanın göğse düşüşü…
Ne o? Gayet ufak bir hâdise!… Bir baş göğüse düştü… Bu adam öldü mü? Bu adam yok mu artık?
Nasıl  olur? Ömrü buna göre ne hâdiselerle dolu olan bu adamın bu kadar ufak  bir hareketle içimizden büsbütün gittiğine, yok olduğuna nasıl inanırız?
Mümkün  değil, çıldırırız, yine inanmayız. Halbuki çıldırmayız. O halde inanır  mıyız? İnanmayız da… Hattâ öyle anlarımız olur ki, “bak bak, deriz;  şimdi, şimdi kapı açılacak ve büyükbabam içeriye girecek sanıyorum!”  İnanmayız da, onsuz yaşamaya nasıl razı oluruz? Razı da olmayız. Herşeye  rağmen onsuz yaşamaya alışmamak elimizde değildir. Ah, alışmak!…  Hislerimizin şimşeğini bir saniyenin ummânında bir katre kadar yaşatıp  yutan dipsiz uçurum…
• • •
Bu şeylerin üstünden yıllar  geçtikten sonra o kadar korktuğum bu evde, yapayalnız, bir gece  geçirdim. Yapayalnız bir gece, o kadar korktuğum bu evde… Eski  uğultulu âlem sanki bacalardan ve pencerelerden süzülüp gitmişti.  Ölenlerle kalanların birbirinden farkı yoktu. Mademki biri yaşadığı  halde yok olabiliyordu, öbürü de yok olduğu halde yaşayabilirdi.
O  gece hayâlimde sağlarla ölülerin birindeki varlık, ötekindeki yokluk  esasları öyle bir birleşmişti ki, ateşi kırk dereceyi geçen bir hastanın  vehim dediğimiz ölçüsüz hassasiyetiyle, ölüleri dirilerden daha  mükemmel ve tam bir fiilin şartları içinde yaşıyor farzettim.
Odamın  kapısını, küçüklüğümden kalma tabiî bir sevkle sımsıkı kapamış ve eski  bir konsol üzerinde duran altı mumlu iki şamdanın bütün mumlarını  yakmıştım. Odanın bir köşesinde bir koltuğa gömülmüş, düşünüyordum.  Derin bir suda yüzerken bir anda altında kaç kulaç su bulunduğunu  düşünüp bütün kuvvet ve cesaretini kaybeden bir yüzücü gibi, o anda  benden başka içinde kimse bulunmayan yirmi odalı evi düşünüyor ve korkup  korkmadığımı kendime soramıyordum. Ta karşımdaki duvarda, kızkardeşimin  ufak bir fotoğrafıyla, büyük babamın adam boyu, yağlı boya bir resmi  vardı. İki ölünün resimleri…
Gözlerim resimlerden mâziye aktı.  Kızkardeşim elinde hafifçe ısırılmış bir elmayla yanıma geldi ve bir  ayağını arkaya, bir elini omuzuma atarak yalvarmaya başladı: – Kuzum  ağabeyciğim, büyükbabamın sana verdiği bir lirayı ver de, sana bu elmayı  vereyim. Biraz ısırdım amma ziyânı yok..
• • •
Büyükbabamın  ölüsünü hamama koymuşlardı. İşte halamın oğluyla beraber ölüyü görmek  için bahçeye çıktık ve hamamın yüksek penceresine bir merdiven dayayarak  içeriye göz attık. Çocuk merakı… Büyükbabam, teneşirde upuzun  yatıyordu. Göz açıp kapayıncaya kadar baktığım ölüden bana çarpan şey,  yalnız sakalları; sapsarı derisinin üstünde tane tane yapıştırılmış gibi  duran seyrek ve beyaz sakalı oldu. Ölü bir tenden fışkıran, kurumuş  otlar gibi ölü ve kıvırcık teller… Yıllar önce ölmüş bir insanın  toprak altında çürümüş eczasını birleştiren muhayyilem, onu diriltti  de… Birden sezdim ki, oturduğum oda büyükbabamın sağlığında hiç  çıkmadığı, işte tam şu karşıki kanepede Fuzulî Divanını okuduğu oda…  Büyükbabam köşesinde, Fuzulî Divanını okuyor… Aman Allahım, o sakal, o  sakal… Seyrek, beyaz, kıvırcık… Gözlerinde gözlüğü… Kitabın,  kenarları yenmiş siyah kabında tırnaklarının çizgisine kadar tanıdığım  uzun, ince, fildişi gibi solgun parmakları duruyor. Elbisesi,  ayakkabıları, o, o, Büyükbabam… Bir anda tam ve katı bir hakikât  elbisesine bürünmüş zehirli bir duygu, tıpkı çukuruna giren bir bilye  gibi beynime oturdu ve kulağıma şöyle fısıldadı:
– Kim demiş sanki,  ölüler yaşamıyor? Şu anda sen Büyükbabanı ta karşında görmüyor musun?  Yaşasaydı nasıl görecektin? Yine böyle, değil mi? O zaman belki biraz  daha açık, daha tabiî, varlığına daha inanmış olarak görecektin! Mâdemki  şimdi onu müphem de, bulanık da olsa yine görebiliyorsun, bu görüşün  biraz daha tekâmül ettiğini farzet! Biraz daha tekâmül, biraz daha  tekâmül… Tekâmülün hududu var mıdır? Boyuna tekâmül… Ne oldu?  Büyükbaban bütün varlığıyla karşında, değil mi? Karşındaki vücuda  inanıyorsun! Şimdi kalk ayağa, yürü Büyükbabana doğru! Yaklaş, uzat  parmağını! Gözlerin öyle ayân görüyor ki, parmağını uzattığın zaman bir  cisme değeceğinden eminsin! Dur şimdi, sakın bu emniyet hissini  kaybetme; bu hissin üzerinde dur! Tekâmül, biraz daha tekâmül…  Tekâmülün hududu yoktur. İşte elin bir maddeye değdi. Büyükbabanın  ellerini tuttun! Sesini duymaya gelince, onun sesi çoktan beri  kulağında… Dinle, sana ismini söylüyor! Kulak ver, buldun mu o sesin  âhengini? Hiç kaçırma! Bu duygunun üzerinde ısrar et! Tekâmül… Ve işte  konuşmağa başladın. Onunla konuşuyorsun! Görüyor, dokunuyor ve  işitiyorsun! Demek ki, Büyükbaban yaşıyor. Bu kadar açık gördüğün,  ellerini avucunda tuttuğun ve sesini beyninde dinlediğin bir vücut var  değilse, o halde hiçbir şey var değil.. Bana var olan bir şey göster!  Meselâ şu masa… Ben diyorum ki, masa yoktur! Gözünle görüyorsun, değil  mi? Gözünle gördüğün şeyin o olduğunu ne biliyorsun? Çünkü elinle de  dokunuyor, vurduğun zaman sesini kulağınla da duyuyorsun! Beş duygunla  birden onun varlığını kaydediyorsun. Halbuki tutmak ayrı, görmek ayrı…  Tuttuğun şeyi nasıl görebilirsin? Duymak ayrı, tutmak ayrı… Duyduğun  şeyi nasıl tutabilirsin?
Bütün bu anlayış vâsıtaları, birbirini  kontrol etmek hakkına mâlik değil… Hepsi kendi cinslerinden bir  vâsıtayla ayrı ayrı kontrole muhtaç… Beş duygumuzun müşterek ve tek  bir duygu halinde, bir varlığın künhüne yalnızca varabilen bir altıncısı  nerede?
Farzet ki, gözün kör, kulağın sağır, uzviyetin de, donmuş  bir parmak gibi dokunduğu yerin temasını hissetmeyecek kadar uyuşuk…  Şimdi senin için dünya boşluk gibi bir şeydir. Fezanın ta kendisidir.  Yere basmıyorsun, çünkü ayakların duymuyor. Gözün görmüyor ve kulağın  işitmiyor. Havada yürür gibi yürü! Önüne bir duvar geldi. Çarp!… Ne  malûm çarptığın? Çarptığını duymayacaksın ki, duvar yoluna engel  olabilsin. Sen kendini yürür farzettikten sonra yürümediğini sana kim  ispat edecek? Yere düştün! Ne malûm? Sen kendini, yerde yattığın halde  bile göğe doğru bir yol istikâmetinde yürüyor bildikten sonra…  Hissediyor musun? Bak, bir kaç duygunun iptaliyle kâinat ne hale  giriyor? Fizik varlıklar nasıl hacimsiz bir satha ve sonra satıhsız bir  fezaya doğru gidiyor? Hani bunların hepsi vardı? Birkaç hissimiz iptâl  edilir edilmez nereye gittiler? O hâlde yok, değil mi, hiçbir şey yok…  İster öyle diyelim, ister herşey var diyelim. Herhalde herşey var  diyelim. Gözümüzün görmeyeceği ve kulağımızın duymayacağı şekilsiz  vücutlar ve vücutsuz şekiller var… Bilhassa ölüler ve mâzi var…  Hassasiyetimiz bir kere tabiînin üstüne çıkınca bizim için yepyeni bir  âlem başlayacaktır. Girelim o âleme! Orada kaçırılmış bütün ânlarımızı,  mazimizi ve ölülerimizi bulacağız. Sağır bir odaya kapandığımız zaman  dışarıda uğuldayan şehirden ne kadar eminsek, ölülerimize de o kadar  inanalım! İçinden bir kere geçip, bir daha görmediğimiz bir sokakla, bir  ölünün farkı ne? O sokağı görmediğimiz ve bir daha görmeyeceğimiz halde  yerinde sanıyoruz da, ölülerimizi, belki göreceğimiz halde yok  biliyoruz. Bir inanış farkı…
Ölüler yaşıyor, ânlar yaşıyor; bütün  hisler, fikirler, heyecanlar fezada, aklın gidemeyeceği kadar uzak ve  başka bir iklimde ve muallâkta, dumandan buz haline geçmiş billûr ve  sivri kayalıklar şeklinde yaşıyor, herşey yaşıyor…”
(Hikayelerim, Büyük Doğu Yayınları, 9. Baskı / s.7-14)
