SİYAH PELERİNLİ ADAM
I – Üstadda Tiyatro
Üstad,  tiyatroyu, sanat keşifleri içinde en büyüğü olarak görür. Bizler,  Üstad’ın herhangi bir piyesine –ister inceleme, ister seyir maksatlı  olsun- başlamadan evvel, onun tiyatro sanatındaki gayesi, yükselttiği  sanat mimarisinin erişmesini istediği fikir zirvelerinin kıymet  hükümleri üzerinde fikir sahibi olursak, eserin keyfiyetini görebilme,  onu kemiyet sürüsü içinden çıkarıp billurlaştırabilme, yani asıl  görülmeye, bilinmeye, üzerinde alaka ile durulmaya şayan noktaları ayırt  etme işinde daha yetkin oluruz.
Üstadın tiyatro üzerine yapmış  olduğu mülahazalara baktığımızda, onun tiyatroda, varoluşun temel  taşlarını, ana sütunlarını, insanın ruh cephesine dair mâverâî mevzuları  zaman ve mekan çerçevesi içinde işlediğini görebiliriz.
II – Tiyatro ve Sanat
Sanat dalları içinde tiyatronun önemini tam manasıyla görebilmek için, evvela sanat, ardından tiyatro sanatı üzerinde birtakım fikirlere sahip olmalıyız. Bu fikirler, bizi sanat ile fikir arasındaki o tılsımlı bağa götürecek, o bağı takip ederek de, gerçek sanatkarın fikir planındaki azametini göreceğiz.
Sanat… Dünya üzerinde hayat sürmeye başlayan ilk insanlardan beri düşünüş ve işleniş müşkülü olmuş, son insana kadar da üzerinde düşünülüp muhtelif şekillerde işlenmeye devam edilecek olan, türlü kıymet hükümlerine dayandırılmış, kimi zaman asıl gayesini heceleyemeyen kuru akılcı elinde şuur bulandırıcı bir mâverâ hilesi, kimi zaman İslam mesnedinden nasipsiz ruhçu elinde bir metafizik bulamaç haline gelmiş, bütün bunlara rağmen ötelere uzanan köklerinden emdiği şevk, tazelik ve esrar güçleriyle sırrını korumuş, cevherini mahfuz tutmuş, kudret ve cazibesini arttırmış, masallarda beyaz atlı prensini derin bir sabırla bekleyen prenses gibi, asıl fettanını beklemiş bir ufuk…
Sanattaki bu cazibe, bu solmayan esrar, bu tazelik kudretini nerden alır? Bir eser karşısında, beynimize masaj yapılıyormuşçasına zihnimizi şevklendiren, madde planında tekdüzeleşen, durgunlaşıp kokuşan şuurumuzu dalgalandırıp coşturan, sezgi denilen o içinden ateş değil de sis yayılan asıl idrak meşalesini yakan güç…
Belli ki bu gücün tarifini yapmak bile, başlı başına bir sanat meselesidir…
Biz, onun ana hatlarıyla, incelememizle alakalı olan tiyatro şubesi üzerinde yoğunlaşalım.
Mahrumiyetten malikiyete; mahrumiyetin beslediği malikiyet istidadıyla geçme cehti… İnsanın, fâni ömrüyle ebediyete; müşahhas mevcudiyeti, yani bedeniyle, mücerret hakikatine, yani ruha; hudutlu ve kısıtlı idrak melekesi, yani aklıyla, bilinmeze, nâmütenahiye, mâverâya yol veren geçit… Mutlak (var) olan Allah’ın, varlık esrarı ummanından bir damlacığını taşıyan insanın, o damlacığın bereket ve kudretiyle, mutlak (var)a yol alma istidadı…Bence sanat budur ve varoluş hakikatine bedahetle sarılı her mümin bir sanatkardır.
Sanatın belli başlı çizgilerini gösterdikten sonra, tiyatronun ehemmiyetinin ve gücünün rengini tam kıvamıyla verebilmesi için, tiyatro sanatını ele alalım.
Sanat için (yok)tan (var)a, yani maddeden ruha bir açılım, bir geçit, bir köprü demiştik. (yok)ta (var)ı temsil yoluyla sezdirmek, ya mücerredin müşahhaslaşması veyahut da müşahhasın mücerretleşmesi metotlarıyla mümkün olabilir. Müşahhas ve mücerret arasındaki bu bağın en mahrem ve en tesirli şekli, sanat dalları içinde en canlı olarak tiyatroda tebellür edebilir. Şiir, hisleştirdiği fikir, fikirleştirdiği his mefhumları ile, hakikatin mahrem, gizli, efsunlu bir takipçisi; onu gölgesinden daha yakın bir şekilde takip eden kemiksiz ve etsiz dedektif… Roman, onu her zaviyesiyle, her uzvuyla tetkik etme işi; yani dedektifin sezdirdiğini enseleme, sorgulama, teferruat ve nüans dehlizleri içinde teşhir etme memuru… Tiyatro ise, hadise ve meselelerin en belli başlı yönlerinin açığa çıktığı, hesabın ve hükmün en kati şekliyle billurlaştığı yer…Hafiye olan şair, sorgucu olan romancıdan sonra, hakim olan tiyatro muharriridir. O zaman, şu hükme varmamız için hiç bir engel kalmaz: kısıtlı ve hudutlu imkanlarıyla insanın, sonsuz ve hudutsuz olanı fikretme, tasavvur etme ve nâmütehaniye erişme cehdlerini mümkün kılacak tek vasıta sanat; sanat içinde bu çerçeveye en yakın dal, yani mücerredin müşahhaslaşma, fikrin aksiyonlaşma kuvvetlerinin en tesirli, en büyük cephesi tiyatrodur. İnsan fıtratının mümkünat dairesi ve istidad cephelerinden sanatın gayesine; sanatın gayesinden de tiyatronun ehemmiyetine dikkat çektik. Bütün bunlar, düşündükçe derinleşecek, genişleyecek, tetkik ettikçe cevherlerini cömertçe sunacak mefhumlardır.
İşte, tiyatro bu kadar ehemmiyetli bir sanat dalı olunca, gayesi bir cemiyetin fikir, ruh ve aksiyon mayalarını hakikat ölçüleriyle yoğurmak olan fikir adamı için, fikrini ifadede en dokunaklı saha, tiyatro olur. O, bütün insanlığı kuşatan fikir örgüsünü, sanat dalları içinde en eksiksiz olarak tiyatroda billurlaştırabilir. Allah’ın, başsız ve sonsuz zaman akışı içinde, insanları, adına ömür dediğimiz bir zaman diliminde (var) edip, adına dünya dediğimiz bir mekanda, bir hudut içinde yaşatmasındaki esrar kasırgasından bir meltemcik şeklinde, tiyatrocu da adına (perde) dediğimiz bir zaman ve adına (sahne) dediğimiz birer mekan ölçüleri dairesinde, hadise ve meseleleri üzerinde kendi kıymet ve hakikat ölçüleriyle bir alem oluşturup kendi kıymet hükümlerini teşhir edebilir…
III – Piyes Etrafında
Bir ruhun  muvazene sarsıntısı, aklın kifayetsizliği, şeytanın oyunları ile  birlikte alevlenen ve her daim insanı saptırma gayretindeki nefsin  hamleleri ve imanın kudreti… Bu piyes için net olarak; nefs ve iman  arasında gidip gelen, nefs eliyle baltalanan ve iman gücüyle doğrulan  bir insanın şahsında bütün beşeriyeti ihata eden bir “cihatlar  manzumesi” diyebiliriz. İnsan ki, en büyük savaşı nefsine ve nefsini her  an eline alıp kendi peşinden sürüklemek isteyen şeytana karşıdır. Ve bu  savaş zihinde, fikirde, ruhta başlayan ve kuvvetini imandan alan bir  direniş ile zafere ulaşabilecektir…
Kahraman, Şair’dir… Üstad,  gayesine sadakati icabı, nefsin bütün cihetlerini göstermek istediği  için, Şair tipinde, nefsin bütün taarruz cephelerini, sanatkârane bir  şekilde tanzim etmiştir. Nefsin amansızlığı ve olanca saldırıları  karşısında Şair, nefs muhasebesinden yoksun olan ve nefsin dürtüşleri  ile birlikte kendini nefs eline bırakan bir insanın tam zıt zipi olarak,  nefsin baskıları karşısında üstün idrakini harekete geçiren (şiir üstün  idrak ise, şair de o üstün idrake sahip olan kişidir, ki bu yüzden  piyeste herhangi bir insan değil, kendini ve kainatı didikleyen bir şair  tipi karşımıza çıkar. Üstadın karakter seçimine dair yapılacak  tahliller, bu noktada büyük önem taşımaktadır) bir insan prototipidir.  İnsana, nefsinden gelebilecek her hamleye karşı tavizkardır. Şair,  nefsine karşı evvela (akıl) ile karşı koymaya gayret eder. Onun her  hamlesini, boynuna doğru gelen bir kılıç darbesini kalkanıyla  karşılamayıp düşmanını püskürtmeye gayret eden bir savaşçı gibi,  şeytanın akli metotlar, söz ve mantık oyunlarıyla karşı koymaya çabalar.  Ama sadece kalkanla, yani kılıçsız kazanmak muhal olduğuna göre,  (iman)dan yoksun bir akli sistemin de nefs karşısında muvaffakiyete  ermesi, nefsin bozduğu ruh muvazenesini tekrar oluşturmaya çalışması,  insan fıtratının nefse mütemayil olduğu hakikatiyle, nafile üstü  nafiledir.
Derinliği ve mâna buudu nâmütenahiye uzanan mücerredin,  zaman mekan buutları da aynı şekilde nâmütenahi bir alana yayılır.  Tiyatro muharriri ise, sanatkarlığını konuşturarak bu zaman sonsuzluğunu  bir kaç perde sayısına, mekan çeşitliliğini ise (sahne) ve (dekor)  denilen tiyatronun temaşa cephelerine indirgeyerek, zaman, mekan, hadise  ve kahramanların en belirgin, en çarpıcı ve konunun fikir örgüsüne  etkide en tesirli yönleri ve cepheleriyle işler. Üstadın bu piyesinde,  insanın nefs mücadelesini, şeytanın ruh mimarisini temelinden sarsarak  imanını yıkmaya çalıştığı insana karşı kullandığı metot ve silahların  terkibine, işlenişine bir göz atmalıyız. Yukarıda da ifade ettiğimiz  gibi, tiyatro eserinin, hele hele belli başlı bir fikri idrak ettirme  gayesindeki bir tiyatro eserinin, mücerredi müşahhaslaştırma cephesi çok  güçlü, eksiksiz ve yetkin olmalıdır. İşte, tiyatronun bu niteliğine  istinaden, Üstadın şeytan-ruh-iman üçgeninde seyir eden bu piyesinde,  nefsin imana kast eden bütün taarruz güçleri, usta ve kat’i bir  müşahhaslaştırma ve aksiyonlaştırma metoduyla işlemiştir. Dava, imana  kast eden şeytanın gücünü ve oyunlarını en net ve en çarpıcı şekliyle  ortaya çıkarıp, nefs muhasebesinin çetinliğini; ruh muvazenesinin  hassaslığını ve gerçek kurtuluş için imana sarılışın zaruret ve  ehemmiyetini ayan-beyan ortaya çıkarmak olduğu için, şeytanın bütün  oyunlarını, insan fıtratının tavizkarlık ve acizliğini, bir ressamın  tablo önündeki hassasiyetine denk bir şekilde işlenmesi zarureti doğar.  İşte, tiyatroda fikri telkin etmedeki bu zaruretleri noktalardan sonra,  Üstadın başta kadın olmak üzere, diğer mefhumları işleyişindeki mahrem  ve açık noktaları gösterme amacı kendiliğinden ortaya çıkar.
Taşıdığı hususiyetler, hassasiyetler, tavizler, temayüller, eksiklikler, zenginlikler, istidadlar ve gafletlerle tam bir insan prototipi olan Şair, aynı şekilde şeytanın bütün cephelerini kendinde toplayan Siyah Pelerinli Adam’ın bütün oyunlarına muhattap olur, amansız bir nefs mücadelesinin içine girer. Nefs, bütün şubeleriyle üzerine hücum etmeye başladığında, evvela (akıl) ile kendini müdafaa eder, bu gayret nafile olur, imandan mahrum aklın kifayetsizliği kendini ifşa eder. Ardından, sallantılar ve çalkantılar içinde gidip gelen ruh muvazenesinin, ancak bedahet hissiyle temin edilebilecek bir imanla refaha erebileceğini idrak ederek, nefsini bu şekilde bertaraf etmeye gayret eder.
IV – Kahramanlar Etrafında
Siyah Pelerinli Adam:
Nefs,  bir ordu ise, onun komutanı Siyah Pelerinli Adam’dır. En belirgin  vasfı, nefsi, bir bütün halinde, bütün şubeleriyle kendinde toplayışı,  onun ruh ve fikir planlarındaki sözcülüğünü yapışı ve nefsin yekûnunu  kendinde heykelleştiriyor oluşu…
Gayesi, Şair’in maddi plandaki mahrumiyetini ortaya çıkarmak, malikiyet ihtirasını ateşlemek, biraz sonra gireceği kılıklar karşısında Şair’in müdafaa cephelerini kısırlaştırmak, maddi planda benliğinde açtığı mahrumiyet oyuğuna enaniyet ve hodbinlik mihraklarıyla, hakimiyet ihtirası ve haz şehvetiyle doldurmaktır. Gayesini, bir başka şekilde, şu şekilde hülasalandırmak da mümkündür: Şair’in benliğindeki o insiyaki mahrumiyet ve muhtaçlık fidelerini ihtiras çeşmesinden sulamak, bu mahrumiyet ve muhtaçlık ihtiyaçlarını temin etmede nefse uymanın zaruret ve kaçınılmazlığını ispat etmek…
Kadın:
Şeytanın, ruh  muvazensini bozmaya çalıştığı erkek karşısında, konuşlandığı en tesirli  silahlardan biri… Çünkü nefs, selim aklın kaybolduğu bir sahaya  yayılabilir ancak; dolayısıyla iffet, iman, ar ve sır örtülerinden  yoksun, cinsiyetinin fıtri ve insiyaki çıplaklığıyla güdümlü bir kadın,  erkeğin önce hadise ve meseleler karşısındaki ihtiyat, karar ve seçim  pazısını eritir, vakıalar ve meseleler üzerinde (doğru)ya bedahet  hissiyle bağlı imanı sinsice kemirir; kanına bir zehir gibi yayıldığı  erkeği iptidai bir haz uçurumuna sürükler.
Piyeste, şairin fakir pansiyon odasındaki dağınık yatağında birdenbire beliren (kadın) tipi, işte tastamam bu vasıflardadır.
Tiyatro  sanaatının işleyişi üzerine yapmış olduğumuz değerlendirmelerde de  üzerinde durduğumuz gibi, hem tiyatrodaki mücerredin çarpıcı ve net  şekliyle müşahhaslaşma zorunluluğuna, hem de (kadın) mefhumunun nefs  planındaki tesirini çarpıcı bir şekilde ifşa etmek nâmına, Üstad,  (kadın) tipini mahremiyet perdesini aralayarak, (mahremiyet perdesini  aralayıcı) bir şekilde işlemiştir.
Şair, kanına bir zehir gibi yayılıp, şuurunu darmadağın eden bu ihtiras kumkuması karşısında biçare düşer. Burada şeytan, hazzı Şair’in genzine değdirip çekerek ondaki ihtiras açlığını beslerken, asıl gayesini (Kadın) kılığında şu sözlerle ifade eder: “Benden başka her şey vehim… Bunu söyle bana!” “Söyle, aptal, benim hakikatim mi, onun vehmi mi?” “Bütün kainat, bütün malikiyetler bir tarafa, ben bir tarafa… Böyle mi, değil mi?”
Kanbur:
Ruh  muvazenesi dediğimiz iman temeline ilk darbeyi indiren (kadın)dan  sonra, ikinci, belki de birinciden daha güçlü bir silahla çıkar ortaya  şeytan… Para ile… Fakir ve maddi planda mahrumiyet dolu bir hayat  sürmekte olan Şair, bir anda, suda köpük gibi kaybolan (kadın)dan sonra  onu karşısında bulur. Vadettiği şey: para… Ona mukabil istediği ise,  iman… Kanbur, evvela maddi âlem (dünya)nın malikiyet ve hakimiyet  esaslarını kendine dayandırır. Bir yandan her şeyin mihrağına (madde)yi  yerleştirerek, paranın azametini ve gücünü ispat etmeye gayret ederken,  diğer yandan maddi planda şairin mahrumiyetini ortaya çıkarmaya  çalışarak onu kendi av yatağına oturtmak amacı güder. Şairin, maddi  planda derinleşen mahrumiyet çukuruna, kendi yalan malikiyet suyunu  doldurmak ister… Para ve maddi güç ile… Şair, git gide derinleşen  mahrumiyeti, harareti ortaya çıkan muhtaçlığı ve muvazene ısdırapları  içinde çırpınırken, bu zorlu hal içinde, asıl hakikati, yani  mahrumiyetini malikiyete dönüştürecek o ilahi tılsımı sezer… Tıpkı  ölüm döşeğinde, ızdırap halindeki bir ihtiyarın, etrafında miras  telaşından buruşan yüzleriyle kendini izleyen insanların önünde, öbür  dünyadaki rahatlık ve asıl zenginliği sezmesi gibi… Şair’in şu sözleri  bu vaziyeti çerçeveliyor: “Şeytan, uzaklaş benden! Zaafımı  mıncıkladığın her noktamda bir hisar yükseltiyorsun!” Bu, ortasında  hakikatin ışıldadığı ölçüden sonra, Kanbur eriyip gider, yerini vehime,  yani iskelete bırakır.
İskelet:
Şeytan bu kez İskelet  kılığında, Şair’in en derin, günübirlik hadiselerin üzerini ancak  jelatin gibi bir kabukla örtebildiği asıl yarasına dokunup, onu tekrar  kanatıp, üzerine vesvese tuzunu basıp acısını arttırarak son hamlesini  yapar. Şeytan, (kadın) ile uyuşturamadığı, (para) ile alamadığı ruhunu,  şimdi en hassas noktasından, topyekun yerle bir etmek, iman mesnedinin  bedahet inancını kırmak için vehimlerle saldırır. Şairin karşısında,  İskelet vardır…
İskelet’in vehim yayı ile gerip attığı ilk ok,  lisan, yani kelime, yani mâverâyı arayan, meçhulü kurcalayan (insan)ın,  bu mücerret duraklara yol alma vasıtaları… İskelet, bunların  kifayetsizliklerini, zayıflıklarını Şair’in yüzüne şu sözlerle çarpar:  “Bir yazında, ahmakça çözmeğe çalıştığın bu sır, en korkunç bir deli  saçmasından, en girift bir ilim nazariyesine kadar, bütün kelime  terkiplerinin, evvelden malum, önceden mevcut, hudutlu, dışına çıkılması  imkansız şeyler olduğunu belli etmedi mi sana?”
İskelet, mevcut, maddi vasıtlarla, mücerret hakikate ulaşmanın muhal olduğunu ispat etmeye gayret ediyor.
İkinci ok, mekandır. Mekandan kasıt, maddi alem ve eşyadır. İskelet, akli bir metotla, eşyanın iç yüzünün görülemeyeceğini, maddi delillerle göstermeye çalışır. İnsandaki fikir burgularının en korkuncu olan eşya muammasını eşeler… Şairden, meçhulle alakasını kesmesini, maveraya koşan ayaklarını durdurmasını, gaibi didikleyen istidadını köreltesini telkin eder.
Üçüncü ok, (zaman)dır. İskelet, (zaman) bilmecesini bir cinnet bestesi, deli bağırışı, cani haykırışı, canavar çığlığı şeklinde, muhaller kumkuması şeklinde Şair’in yüzüne çarpar. Akıp giden, her şeyi yutan, takip edilemeyen, durdurulup müşahede edilemeyen korkunç zaman helezonlarını, birer ateş çemberi gibi apaçık şekilde ortaya çıkarır.
Şeytan, vehmi simgeleyen iskelet kılığında, vehim ve sabit fikirlerle Şair’in iman direğine en keskin baltalarını indiriyorken, şair, ısdırap ve cinnet halinde, içine düştüğü muhaller heyulasında çırpınırken, ruhunda derinleşen mahrumiyet sayesinde asıl malikiyete, yani Allah’a sarılır. İskelet ile Şair arasındaki şu diyalog, her şeyi ne güzel çerçeveliyor:
İskelet – Ve gözlerin patladı, gözbebeklerinden birkaç tanbesi, kurutma kağıdının üstüne düşmüş bir damla mürekkep gibi yayıldı, kendini boşluğa fırlatmak, tepesi aşağı ışık süratiyle düşmek için, dünyanın balkona benzer bir yerini aradın, durdun. Peki, peki, ya bu yokluktan, kayıclıktan, dağılıştan seni tam varlığa, sabitliğe, yekpareliğe kim ve ne; nasıl çıkardı?
Şair – Allah!!! Her şey o tarzda yok oldu ki, yalnız o kaldı!…
Bu, hararetinden her noktayı kavuracak ölçüyü duyan İskelet, hemen taarruz rotasını enaniyet ve hodbinliğe çevirir, ruhunun temel direğini deviremediği Şair’in burnuna, hakimiyet, ün ve (hiç)lik tütsülerini koklatmaya çalışır. Bütün girift bilmeceler, esrarlı meçhullüklerin çetinliği ve ısdırabına karşı, Şair’i (hiç)liğin rehavetine davet eder. Yani, Şairin, kaza kaza dipsizleştirdiği mahrumiyetini (madde) ile dolduramayacağını anlayınca, bu sefer üzerini, ağaç dallarıyla örter gibi, (hiç)likle kapamaya çalışır: “Kendini, hiç ölmeyecekmiş gibi bir teselliye kavuşturmayı… Ölünce de içinde yokluğun bile bahsi geçmeyen bir yokluğa, o büyük rahata kavuşmayı, hiç ölüm korkusu çekmemeği; yani hiç ölmemeği…”
Şair, bunu da reddeder. Bunun üzerine İskelet, saldırı rotasını ve vaat heybesini gene değiştirir: “İstemiyor musun?… Sokakta, en önde borazancıları ve trampetçileri, zamanı şimşekten ses murabbaları içinde çerçeveleye çerçeveleye, rap, rap, rap, askeri kıtalar geçerken, sümüklü mahalle çocuklarının bile duyduğu nizam heyecanına yabancı mısın? Bu nizam, bütün bir vatan boyunca ipek bir halı gibi, şahane benliğinin ayakları altına sermeği istemiyor musun?
Şair, kuvvetini aldığı ve sıkı sıkıya sarıldığı imanı ile, şöyle cevap verir; “Hokkabaz; fanilik oyununun taklacısı, hiçliğin cambazı!… İstemiyorum, istemiyorum! Allah’a sığındım senden…
V – Netice
Piyesin vardığı bu noktada, nefs, ruh ve iman üçgeninde hayati derecede önemli bir sırrı billurlaştırıp idrak etme saadetine eriyoruz. Şeytan, şairin benliği üzerinde bütün bir tahakküm kurmak için, nefs ile benliğin mahrumiyet ve açlığını, kendi zaruret ve cazibesini arttırmak için, sürekli olarak derinleştiriyor, arttırıyor… Şair, mahrumiyet ve açlığı arttıkça, o mahrumiyet ve açlığı malikiyet ve sahici tokluğa eriştirecek hakiki kudrete, hakiki güce git gide daha fazla susuyor, onu daha büyük bir vecdle arıyor… Burada, nefsten imana uzanan o esrarlı bağı heceleyebilme fırsatını buluyoruz.
“Sen bana hiçbir şey veremezsin!… Ben Allah’ı, tokluğumun değil, açlığımın şiddetinden buldum! Senin kalayladığın her kabın altında hiçlik var; hiçlik… Kemiyet, köpük, cila, hudut… Ben sonsuzu istiyorum!… Ben doymuyorum!… Açım!… Onun için mahrumum… Mahrum olduğum için malikim… Ben ölmemek istiyorum!… Devletim, tek şarkının, ahengin, mısranın içinde… Sen bana istediğimi veremezsin!… Sen kuvvetin değil, acizin sultanısın… Sen Allah’ın oyuncağısın… Bana, zamanın şeridini kusan motor lazım, oyuncak değil…”
Şairin, vehim ve sabit fikir elçisi İskelet’e son darbeyi indirip, darbeleriyle düştüğü yerden bir hışımda kalkarak, eline aldığı Kuran’ı Kerim’den aldığı güç ile, şahadet parmağını göğe cihangirvari bir edayla uzatıp, karşısında diz üstü çökmüş küfrün titrek boynuna hakikatin son kılıç darbesini indirmesi gibi, son sözleri şöyledir; “Ölen ninemin yastığı altında bulduğum miras!!! Tükenmeyeceksin!!!
Piyesin vardığı bu noktanın, arkasından gelecek çok büyük bir eserin ön ayağını oluşturacak mahiyette olduğu muhakkak… Ruh-iman-nefs üçgeninde, benliğin, nefsi eğerek ruhî muvazenesini temin ettiği bu noktadan sonra, iman hisarı yükseltilebilir… Bizim incelememiz ise, Üstadın piyesiyle birlikte, burada sona eriyor…
Üstad Sınıfı / Cihat
