GARDİYANLAR VE SAAT
Malatya zindanının gardiyanları, kelimenin gizli manasiyle gardiyan, yani zaptedici değil de muhafaza edici, koruyucu… birbirinden güzel, ruhi manada güzel, birbirinden merhametli, birbirinden idrakli ve neticede her biri tam Müslüman beş altı fert… Aralarında, bilhassa daima “ Allah gafur ve rahimdir” diye söze başlayan, topuğundan saçlarına kadar İslam şefkat ve merhametinin doldurduğu Aldülvahap efendiyi daima hatırlamalıyım.
Bir de”Nekre”si var… Ali… Kısa boylu, toparlacık, daima gülümser, ince sesli, pos bıyıklı, müthiş geveze bir adam… Hücremize her girişinde Osman’a takılmak adeti:
-Osman beyde kafa işliyor; bizde durmuş!
Osman da her defasında bu söze gülüyor ama, içinden vehimler getirdiği, kafasının işleme tarzından memnun olmadığını ve gardiyan Ali’nin bunu fark ettiğini sandığı besbelli:
-Sende kafa işliyor, Osman ağabey! Bizde durmuş!
Ve Osman’cık “hay, işlemez olsaydı bu kafa!” gibilerinden mecnunane sırıtıyor.
Ali’nin  başka bir marifeti de biraz aç gözlü olması… Yemeklere ve ortadaki  şeylere, gözlerinde, az bulunur bir miknatisiyet kuvvetiyle bakıyor.  Öyle ki, kaşıkları, tabakları, çorbaları ve pilavları, onun gözlerine  doğru uçuşuyor sanıyoruz. Ve hemen teklif ediyoruz:
-Gel, Ali bey, şu kalan yemekleri ye!
Bir anda, bir lahzada, bir saniyede ne bulursa silip süpürüyor; ve pos bıyıklarını iki yana sıvazlayarak çıkıyor, gidiyor.
Hani  ya, bir şimendüfer saatim vardı ya, benim… Osman Akkuşaklı’nın hediye  ettiği ve benim hapise girmek üzere evimden çıkarken şaşkınlıktan  karıma bırakmaya kalktığım ve sonra yanıma aldığım saat… Bakın o, kime  ve ne şekilde nasipmiş?..
Bir gün, gardiyan Ali bu saate o kadar dik  gözlerle baktı ki, onu yerde, betonun üstüne düşürdüm. Saat durdu. Her  halde içinde, hayati bir tel kırılmıştı. General (Bakınız: Cevat Rıfat  Atilhan) atıldı:
-İyidir, iyidir, korkmayın saatin kırılması iyidir! Ayna kırılırsa fenadır!
Aynı general, dördüncü zat gelince ve onunla ikizleşinde –zira biz Osman’la ikiziz- dostu bir gün bakmak üzere saatini ister istemez, diyecektir ki:
-Al, fakat dikkat et, yere düşüp kırılmasın! Saatin kırılması çok fenadır!
Ama  “Atilla” soyundan geldiğini söyleyen bu Tibet kahini bilmiyordu ki,  benim için bu mevzuda korkacak hiçbir şey yoktur; ve İslamiyette şeamet  hissi günahtır.
Saati; bilmem kaç lira vererek tamir ettirdik. Fakat Ali’nin iştahlı gözleri ondan hiç ayrılmadı.
-Bu işten kurtulursan onu bana hediye edersin, değil mi?
Demeye kadar vardı. Bu defa hamamda yıkanırken pantalonumun cebinden düşürüp yine kırmayayım mı saati?..
-Gel buraya Ali bey, dedim; Malatya işinden berat etmeden saati sana hediye ediyorum!
Sadece üç beş liralık bir masrafa mukabil yüz küsur liralık bir saati kazanan Ali bey, saatin böyle kırık şekilde kendisine verilmesinden bir de mırınkırına başlamasın mı?
-Şimdi ben bunu nasıl tamir ettireceğim, kime vereceğim, aletini nereden bulacağım?
Vesaire…  Fakat esefli bir nazla saati cebine indirmeği ihmal etmedi. Ve sonra  çıkıp, adeti veçhile ve incecik sesiyle mahkumlara bağırdı, çağırdı,  söğdü, saydı.
Öbür gardiyanlar, hepsi iyi, hepsi iyi!.. Bilhassa  dürüst, mahcup, müşfik, terbiyeli ve tok gözlü… Bizim mübarek  Abdülvahap efendiye, kabil mi, bir fincan çay olsun, kabul  ettirebilmek?.. Onun başlıca zevki, sizi biraz sıkıntıda görür görmez,  ebedi teselli bayrağını ufkunuza dikmektir:
-Allah, Gafur ve Rahim… Ne sıkılıyorsun?..
(Cinnet Mustatili’nden)
