TASAVVUFUN DEĞİŞTİRİCİ YÖNÜ, NECİP FAZIL VE EHL-İ SÜNNET ANLAYIŞI
Hilmi UÇAN
‘Tasavvuf’  sözcüğü, ‘tarikat’ sözcüğüyle eş anlamlı bir sözcük. Ne var ki  günümüzde, ‘tasavvuf’ farklı, ‘tarikat’ farklı anlamları çağrıştırıyor,  ‘tasavvuf’ sözcüğüne olumlu, ‘tarikat’ sözcüğüne olumsuz anlamlar  yüklenmiş. Bu sözcüklerden birincisini kullanmayı tercih edersek,  tasavvuf bizim kültür tarihimizde inkâr edilemeyen bir olgudur.  Mevlâna’yı, Yunus Emre’yi, İmam-ı Rabbâni’yi, Mevlâna Hâlid-i  Bağdâdi’yi… Kimse yok sayamıyor. Didaktik öğütler verileceği zaman da,  çoğunlukla bu zatlara başvurulur.
Tasavvufun çok değişik  tanımlamaları yapılmış. ‘Tasavvuf, kalbin işitmesi’dir; ‘tasavvuf, takva  medresesi’dir; ‘tasavvuf, ihlâs ilmidir’; ‘tasavvuf, yokluk anında  sükûnet ve rıza, varlıkta dağıtma ve îsardır’ (kendisi ihtiyaç sahibi  iken başkasına verme); ‘tasavvuf, edep’tir… (1) Tasavvuf, helalden  kazanılanın hesabı olduğunu, haramdan kazanılanın cezası olduğunu  unutmamaktır.
Tasavvufi gelenekte ‘kalbi küfürden dimağı da olumsuz  düşüncelerden tasfiye etmek’ amaçtır. ‘Eğitimi ise Kuran-ı Hâkim ve  Hadis-i şerif’tedir.’ Tasavvuf, ‘bürhan’a ulaşmaktır: ‘Bürhan kalbin  dilinin konuşmasıdır. Mevlana’nın bahsettiği gibi, ‘Hakka ibadet etmeye  muvaffak olan kalp, bedenin herhangi bir azası harama yanaştığı vakit  rahatsız olur. Tasavvuf, tasfiye ve tezkiyeden ibarettir. Tasfiye kalbi  Allah’ın yasaklarından ve bu yasakların düşüncesinden temizlemektir.  Tezkiye ise Allah’ın emirleriyle nitelenmek’tir. ‘Günah anında ölü,  güzel amelleri yapmak anında diri olmak’tır. Tasavvuf tevbedir. ‘Tevbe’  kişinin ‘yaptığı günahlardan dönmesidir. Döndükten sonra da günahı her  aklına geldiği an üzülmek; yanmak, yakılmak, istiğfar eylemektir. (2)  Tasavvufun bir ‘hal ilmi’ olduğunu, niteliğinin tanımlanamayacağını  söyleyenler de vardır.
Kimi insanın kimi sanatçının yaşamında  kırılma noktaları vardır. Yaşadığı bir olay, karşılaştığı bir kişi o  güne kadar dünyasında yer eden kabul ve redlerini değiştirir. O andan  itibaren farklı, o güne kadar izlediği yönün tersine bir yöne yönelir.  Necip Fazıl’da bu sanatçılardan birisidir. Necip Fazıl’a Doğu’dan ve  Batı’dan birçok örnek eklenebilir.
Necip Fazıl’ın yaşam öyküsüne, eserlerine baktığımızda üç belirgin çizgi açıkça görülür: şiir, tasavvuf ve düşünce.
Necip  Fazıl’ın eğitim ve öğretim yaşamında Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye var.  Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Akseki, Hamdullah Suphi, İbrahim Aşkî de bu  okuldan hocaları. Hocalarından İbrahim Aşkî O’nda önemli izler bırakır.  İbrahim Aşkî’den alarak okuduğu kitaplar arasında Sarı Abdullah  Efendi’nin Semeretü’l Fuad (Gönül Meyveleri), Divan-ı Nakşî gibi  kitaplar var. Tasavvufi anlamda O’nu ‘çarpan’ kişi Abdülhakim Arvasi  Hazretleridir. Ancak Necip Fazıl’ın kumaşında tasavvuf, sözlük  anlamıyla, Abdülhakim Arvasi Efendi ile tanışmadan önce de vardır.  Yaratılışından gelen bir başka özellik şairliğidir, ‘genç şair’dir,  ‘şair’dir, ‘sultânü’ş-şuarâ’dır. Nazım Hikmet ile aynı okulda okur;  Nazım Hikmet, kendisinden bir iki sınıf üstte bir öğrencidir. Okulda  Necip Fazıl’ın lakabı ‘şair’dir.
Mekteb-i Fünûn-ı Bahriye’nin  dördüncü sınıfını okumak istemez, ayrılır ve 17 yaşlarında Daru’l  Fünûn’un Felsefe Bölümü’ne kaydolur. Yine bu yaşlarda Yahya Kemal, Refik  Halit, Ahmet Haşim ve diğer ünlü edebiyatçıların yazdığı Yeni Mecmua’da  şiirleri yayınlanmaya başlar. Ahmet Kutsi Tecer, Ahmet Hamdi Tanpınar  fakülteden arkadaşlarıdır. Böyle bir kumaşı dokuyan, ona yepyeni bir  ‘ufuk’ kazandıran kişi ise Abdülhakim Arvasi Efendi’dir.
Üstadı ile  tanışmadan önce ‘her şey O’nda gizli bir düğüm’dür, bir ‘bilmece’dir,  ‘yıkık ve şaşkın’dır, ‘rüyalarında bir cinneti’ içmekte, ‘ben kimim?  Sorusunun yanıtını aramaktadır. Abdülhakim Arvasi Hazretlerini, Paris  dönüşü, İstanbul’a dönünce tanır. Bu tanışmayı ruhunun ‘büyük zelzelesi’  (3) olarak ifade eder. ‘Şu kadar yıllık kâinat’ O’na, ‘yeni baştan ve  teker teker gerçekleştirilmeye muhtaç’ (4) görünür. O’nu tanıdıktan  sonra ‘bir hendeğe düşercesine kucağına düşer gerçeğin’ ve geçmişinde  geleceğinde ‘bilmecesi’ni çözer: ‘Biricik meselesi sonsuza varmak’tır,  Allah’a kulluk yapabilmek, ‘zorlu nefsini diz çöktürebilmek’tir. Bu  tanışmadan sonra artık evreni, insanı, insanın görevini belirlemiştir.
Necip Fazıl Abdülhakim Arvasi Hazretlerini tanımadan önce çektiği acı ve sıkıntıyı ‘ağrı çeken diş’e benzetir. Yaşadığı buhranı İmam-ı Gazali ile karşılaştırır. Mürşidini bulduktan sonra da bütün dünyasının ‘bir sarsılışta yıkıldığını’ söyler. Bu yıkılışı şöyle dillendirir:
Bana, yakan gözlerle bir kerecik baktınız
Ruhuma büyük temel çivisini çaktınız
Mürşidini  tanıdığı an, kendi kendinin tam bir değişime uğradığını görür: ‘her  şeyi o türlü kaybettim ki Allah’ı buldum’ (5) diyecektir. Önüne ‘yepyeni  bir dünya’ açılmıştır ve bu tanışmadan sonra da ‘ağır bir borç senedi  imzalamış’ olduğunu söyler. İmzaladığı bu borç senedi ‘nefsine diz  çöktürebilirse’, inancını dillendirebilirse, haykırırsa bu borç ortadan  kalkacaktır. Mürşidinin yanında iken ‘yıkanıp, arındığını’ hisseder. Ama  yanından ‘ayrılır ayrılmaz da kendisini hep iptilalarının’ (6), o eski  alışkanlılarının içinde bulur.
Mürşidini tanıdığında kendi ifadesiyle  ’30 yaşlarında’, Abdülhakim Arvasi Hazretleri ise 74 yaşındadır.  ‘Zifiri karanlıkta bir gölge gördüm’ der. ‘Kimsin sen?’ diye sordum.  İrşad edicinin habercisi’ dedi. Kendisine bu meçhul kişi tarafından  adres verilir: ‘Sırvermez’e git. Tesbihçiler, Kapalı Camii Sokağına gir,  Yıkık Çeşmenin karşısında 9 numara’ (7). Bu adrese gider.
Mürşidinden  ilk öğrendiği dünyanın anlamı, dünyanın geçiciliği ve bir hesap  kaygısıdır. İlk sorduğu sorulardan birisi şudur: ‘Dünya (… ),  bir çocuğu kandırmak için bütün insanların birlik olup uydurduğu bir  yalan olmasın? Bütün yeryüzü bu müthiş yalanın korkunç nizamından  ibaret. Tabut içinde gidenler de mahsus kaskatı kesiliyor ve mahsus  dudaklarını kıpırdatmıyor’ (8). Tabut içinde gidenler de diridir O’na  göre. Bu sözler kabir hayatının, öte dünya düşüncesinin veciz  ifadesidir.
Başlangıçta kolay teslim olacak bir kişiliği yoktur.  Sorular sorar, hatta mürşidini yönlendirmeye çalışır. Mürşidi onu bu  konuda şöyle uyarır: ‘yolu İrşad ediciden beklemiyordun da, sen ona yol  gösteriyorsun’ senin, sırtında dilediğin yolu aşmaya mahsus bir merkebe  mi ihtiyacın var, bir rehbere mi?’(9) diye sorar.
Mürşidinin çok  sade, çok açık, ‘fikri, gözyaşlarının içinden süzülüyormuş gibi  ağlamaklı’ bir sesle söylediği sözler O’nu can evinden yakaladığı gibi,  ıstıraplarının, kişisel ve toplumsal sorunlarının nedenini de açıklar:  ‘Artık anlıyoruz: Allah dünyamızdan çekilmiştir. Bunalıyoruz,  bunalıyoruz!’ (10) Büyük Doğu dergisine kapak olarak şu başlığı  atacaktır: ‘Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez.’
Necip Fazıl’ın  hiçbir zaman mal biriktirmek gibi, çocuklarına bağ, bahçe bırakmak gibi  bir amacı olmamıştır. Para O’nu değil, O parayı yönlendirir.  Başkalarının aklının alamayacağı miktarda paraları bahşiş olarak verir;  paraya esir olmaz, parayı esir alır. ‘Geride evlad u ıyal var’ diyenleri  hoş görür. ‘Bütün derdi fazladan bir demet soğan, bir şişe yağ ve iki  saat istirahattan ibaret bir sınıfın ıstırabı’nı küçümser. Bunun yerine  ‘insandaki büyük ve mücerret idrak ıstırabını’ koymak ister.
Necip Fazıl olgucu bir mantık yürütmenin ötesindedir. Lâyık olana inanana Allah’ın, bütün sebep-sonuç ilişkilerini iptal ederek önüne yeni olgular, oluşumlar koyabileceğine inanır. ‘Allah’ın lütfu, bu… Verdiğini ve erdirdiğini sınırlandırabilmek kimin iktidarında?’ (11) diye sorar. Allah’ın Kadir (her şeye gücü yeten), Muktedir (gücünün yettiğini gösteren), Aziz (mutlak galip) sıfatlarının sırrının keşfi olarak üstadından duyduğu şu sözler O’na bu inancı verecektir: ‘Batmayacağına inanarak suya bas yürür gidersin. İmkânsız olan belki buna inanmandır, su üstüne yürüyebilmen değil! İnanmak, insanoğluna vaat edilen bütün mucizelerin anahtarı… İnanmaya memuruz. Bugüne kadar insanlık her neye ve nasıl inanmış olursa olsun, yalnız inanmanın eserini vermiş… İnanmış toprağı ekmiş… İnanmış, şehirleri kurmuş… İnanmış, meydanları açmış… Ve inanmış insanların başı üstüne, çın çın öten kubbeler çekmiş… Sadece inanmış… İnsanlık şimdi inanma devrinin tam kemalinde’ (12)
İnancında  hiçbir ikilemi yaşamaz. Bu çerçevede ‘bize âlemlerin Rabb’ine teslim  olmamız emredilmiştir. Bize bütün hal ve hareketlerimizde âlemlerin  Rabb’i olan Allah’a teslim olmamız ve sadece ona ibadet etmemiz  emredildi’ (13) ayetinin sırrını kavramıştır.
Bu inancı da tasavvuf  terbiyesinden alır. Tasavvufun öngördüğü kurumsal yanı çok iyi bilir,  çok iyi anlatır. O’na göre ‘tasavvuf, İslam ruh ikliminin su gibi, güneş  gibi, ağaç gibi ana unsudur’ (14) ‘İslam ruhunun kaynağıdır’ ve kendisi  de ‘bütün duygu ve düşünce feyzini tasavvuftan almakta’dır. (15)
O’nun  ‘mütekebbir’(16) kişiliğe sahip olduğu söylense de Yaratıcısına kulluk  bağlamında hiç de gurulu değildir, kendisini hiç de büyük görmez;  inancını dile getirirken ne kadar celadet sahibiyse, yaşantısını  düşündüğünde, dile getirdiğinde o kadar mahviyet içindedir, bir iç  yangınını yaşar, af ve mağfiret diler.
Mürşidini tanıdıktan sonra  böyle bir dönüşümü yaşayan Necip Fazıl, İslam adına önce çıkan bazı  kişilikleri eleştirdiği için eleştiri alır. O delil, kaynak, kanıt  gösterme gereksinimi duyan bir kişiliğe sahip değildir. Öğrenir,  yargısını ortaya koyar. Bir olay, bir kişi hakkında yargısını ortaya  koyarken de olduğu gibi ortaya koymaz: O’nun amacı yanlış bildiği  düşüncelerden, akımlardan gençliği korumaktır; acelesi vardır; bir ömre  sığdırmak istediği çok şey vardır. Yargısını yerine göre trajik, yerine  göre dramatik bir şekilde dile getirir; kızdığı, sevmediği kişiyi de  gülünçleştirir. Bir abartıdan söz edilebilir belki ama amacı yanlış  gördüğü düşüncelere dikkat çekmektir.
‘Kaba softa ham yobaz’ en çok  kullandığı eleştiri deyimidir. Bu sıfat tamlamalarını İslam’ın dışındaki  olanlar için kullandığı gibi, İslam’ın içinden gelen insanlar için de  kullanır. ‘Akıl anarşisine kapılmış’, İslam’ı sadece matematik ile  açıklamaya çalışan kişileri adı, ünü ne olursa olsun, eleştirir.  Ustalarını reddeden, mezhep bağlamında geleneği eleştiren, geçmişteki  mezhep imamlarına dil uzatanları sevmez. ‘Ustasını red ve iptal  temayülü’ (17) olanları, ‘din içinden tasavvufu red davranışı’, ‘şeytani  bir teselli’ olarak niteler. Bunlara ‘İbn-i Temiye çırakları’, ‘virgül  şahıslar’ der ve bu şahıslar O’na göre ‘virüs yaymaktadırlar’ (18).  Bunların ruh hallerini de ‘tasavvufu anlamakta en nasipsiz zihin ve ruh  haleti’ (19) olarak niteler. Necip Fazıl için tasavvuf, ‘şeriatın  öngördüğü hiçbir noktada ondan ayrılmaksızın devam eden’ bir yoldur.
Bu  noktadan itibaren Ehl-i Sünnet anlayışının en keskin savunucusudur.  Yetmişli yıllarda ‘bize Kuran yeter’ diyenleri şöyle eleştirir:  ‘Resulünden değil Allah’tan emir kabul ederiz diye ayla sudaki aksini  birbirinden ayırmaya yeltenci, bu sefil ve topyekûn gönül verimlerinden  mahrum çeşitli mecnunlar, saf ve som sünnet ve cemaat ehli itikadına  bağlı şanlı yürüyüşün ayakları altında ezilmedikçe hiçbir başarı elde’  edilemez. O’na göre bu tür insanlar, ‘yangın yeri arasında seksek  oynayan başıboş çocuklar’dır, ‘derinlik budundan’ yoksundurlar. Bunlar  ‘kafalarıyla iman etmek isteyen inatçı horoz taslakları’dır. (20)
Necip  Fazıl, ‘sahabelerin hepsini müctedih’ olarak kabul eder. Sahabeye dil  uzatanı sevmez, eleştirir. O’na göre ‘sahabeye toz kondurmamak, sünnet  ve cemaat ehline mahsus edeplerin başında’ (21) gelir: ‘Sahabi sıfatını  muhafaza edici hiçbir ferde dil uzatma hakkı hiçbir fertte mevcut  değildir ve bu ölçü, doğru yolun biricik yaftası ‘Sünnet ve Cemaat  Ehli’nin başlıca şiarıdır.’ (22)
Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer  döneminin, Hazreti Peygamber’in sağlığındaki döneme benzer bir şekilde  geçtiğine; Hazreti Osman zamanında ‘mülk ve dünya kokusunun gelmeye  başladığına’ (23) inanır. Necip Fazıl bu bağlamda aynı eserinde,  ‘Hazreti Muaviye’nin hem nefsi hem de Hazreti Osman hakkındaki bir  sözü’nü aktarır: ‘Ne Ebubekir dünyayı istedi, ne de dünya O’nu… Dünya  Ömer’e yöneldi ama Ömer onu kovdu. Osman’a dünyadan bir parçacık  bulaştı. Bizse büsbütün dünyaya bulaştık.’
Hazreti Ebu Zer’i günümüz  Müslümanlarının önüne çokça çıkarır. Ebu Zer’e benzeyebilecek müminlerin  çoğalmasını sıkça gündeme getirir. O. ‘doğru yolun sapık kolları’nın  önündeki en büyük engellerden birisidir. O’nun gözünde Hazreti Ebu Zer  bir ‘hassasiyet’ abidesidir. Yoksulların yanında yer alan bir zirve  isimdir. ‘Üst üste istiflendirilen altın ve gümüş sahiplerine çatmaktan  ve onları dünya ejderhası tarafından yutulmamak için uyarmaktan başka  bir derdi yoktur’ O’nun. ‘Niçin zenginlerden alıp fakirlere  dağıtmıyorsun’ (24) sözü Halifeye söylenen bir sözdür. Ebu Zer ‘saf ve  berrak İslam zemininin en hararetli ve en hareketli şahsiyeti’dir.  Yalnız başına ölür. Hazreti Peygamberin de ‘dünyaya Ebu Zer’den üstün  dili ve kalbi sadık adam gelmedi’ dediği bir kişidir. Ebu Zer’in seksen  yaşlarında ölümünden sonra da ‘doğru yolun sapık kolları’ hızla  artacaktır.
Necip Fazıl’a göre ilk sapık da Abdullah İbn-i Sebe’dir.  Sonrasında ‘Emevilerin, önlerinde çığırtkan gezdirerek kendilerine ilân  ve nefslerine hürmet talep etmelerini İslam’da kötü bid’at –uydurma  yenilik- lerin başı sayar.’ (25) Konuşanların, eleştiri getirenlerin,  doğru olan sizin yaptığınız değil diyenlerin, iktidarın verdiği görevi  kabul etmeyenlerin susturulmaya çalışıldığı, sürgüne gönderildiği,  tutuklandığı bir dönemdir bu dönem. Abdullah İbn-i Sebe de bu  çatışmaları körükleyenlerin başında gelir. Hazreti Osman’ın şahadetiyle  de ‘fitne kapısı sadece açılmış değil, bir daha kapanmayacak şekilde’  (26) kırılmıştır.
Necip Fazıl itikadi anlamda bir kopuşu  sergileyen Mutezile (kopup ayrılanlar) mezhebini de eleştirir. O’na göre  mutezile, ‘İslam’daki derin ve sırrî tefekkür yerine ilk ve sığ bir  felsefe özentisi ve yeltenişinin eseridir. (… ) Tarih boyunca bütün yobazlık müesseselerine maya teşkil eden Mutezile  kafası’dır. Bu noktadan sonra da Hazreti İsa’ya uyan ‘Romalı müminlere  yapılan işkenceler Sünnet ve Cemaat ehli yolundakilere yapılmaya  başlanmıştır. Şu farkla ki Roma’da müminlere işkence edenler  putperestlerdir, bunlar güya Müslüman. Zulüm görenlerin başında hak  mezhep kurucularından Ahmet Bin Hanbel’(27) gelir. Necip Fazıl hicri 7.  yüzyıla kadar olan ‘sapıklık’ları ‘akıl anarşisi’ne bağlar ve bu  anarşinin daha sonra da devam ettiğini belirtir.
Bu bağlamda  Hamidullah, Mevdudi, Seyyid Kutub, Cemalettin Efgani, Muhammed Abduh da  O’nun eleştiri oklarından kurtulamazlar. İtikatta iki (Maturidî ve  Eş’ari), amelde dört mezhebin (Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli) görüş ve  anlayışlarına sığdıramadığı herkes bu eleştiriden nasibini alır. Necip  Fazıl eleştirilerinde aşırı mı gitmiştir? ‘Yüceltmek, idealize etmek,  trajedi haline getirmek O’nun kişiliğinin bir parçasıdır. (… ) bir vakıayı olduğu gibi görmek ve öylece kabul etmek kendisine adeta  men edilmiştir.’ (28) Ölüp öte dünyaya geçen bu insanları yargılamak  Allah’a aittir. 19. ve 20. yüzyılın yenik düşmüş Müslümanlarının  aralarından çıkan bu ve benzeri aydınların, din bilginlerinin de, bu  yüzyıllarda egemen olan düşünce-düşüncelerin kirleri ve yanlışlıklarına  bulaşabileceklerini göz ardı etmemenin gerekli ve şart olduğunu  hatırlatması açısından Necip Fazıl’ın eleştirileri oldukça anlamlı ve  değerlidir. O doğru olduğuna inandığı bir düşünceyi haykırarak ve feryat  ederek ilân eder.
Düşünce ve fetva, akıl ve kalbin  birleşmesiyle, ‘takva’ ile üretilebilir: Gözleri olan da görmeyebilir,  kulakları olan da işitmeyebilir, aklı olan da düşünemeyebilir. ‘Onların  kalpleri vardır, lakin onlarla (kalpleriyle) kavramazlar’ (29), doğruyu  yanlıştan ayırt etmezler, düşünmezler; ‘hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı?  Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri, işitecek kulakları olurdu.  Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz, göğüsler içinde ki kalpler kör olur’  (30) uyarıları din adına, bilim adına konuşacak kişiler için de son  derece önemli uyarılardır. İmam-ı Gazali bir büyük günahı işleyenden çok  fazla korkmadığını; zira büyük günahı işleyenin de, işlediği fiilinin  de ortadan kaybolup gideceğini; ama yanlış fetva verenden korktuğunu,  zira onun verdiği fetvanın kıyamete kadar devam edeceğini söyler.  İslam’a, İslam adına konuşanlar da zarar verebilir.
İslam adına  konuşacak olanlar Necip Fazıl bu dünyada var iken daha dikkatli idiler.  Sanatçı kişiliğine de düşünce dünyasına da sağlığında açıkça karşı  koyan, düşüncelerini geçersiz kılan, çürüten bir kişi çıkmadı. Kişisel  yaşantısına eleştiriler getirildi.
İslami duyarlık sahibi insanların  70’li yıllarda söyleyip yaptıklarıyla bugün söyleyip yaptıkları  arasından bir ilişki kurma olanağı yok. Düşünceleri nedeniyle dokuz kez  hapse giren, çeşmesinden, bugün eli kalem tutan çok insanın, gencin su  içtiği Necip Fazıl’ın, ‘Doğru Yolun Sapık Kolları’ hakkında söylediği  sözler hakkında bugün de tekrar düşünmek gerekiyor.
Zaman zaman  eleştirdiği, kırdığı insanlar bile O’nun sanatına, yaptığı hizmete dil  uzatamadılar. Bunun ötesi de Allah’a aittir. Geride kalanlara, O’nu  rahmetle anmak ve yaşamından, düşünce dünyasından ders çıkarmak, kişisel  yanlışları varsa bu yanlışları tekrarlamamanın çabasını göstermek  düşer.
1-SÜHREVERDİ, Avârif-ül Me’arif
2-İSMAİL ÇETİN ile konuşma (Konuşan Akif İnan), Mavera Dergisi Tasavvuf Özel Sayısı
3-N. FAZIL KISAKÜREK Tanrı Kulundan Dinlediklerim I.
4- N. FAZIL KISAKÜREK, a.g.y. s.8.
5- N. FAZIL KISAKÜREK, a.g.y. s.8.
6-A. İNAN, Mavera Dergisi, Necip Fazıl Özel Sayısı
7- N. FAZIL KISAKÜREK Tanrı Kulundan Dinlediklerim I.
8- N. FAZIL KISAKÜREK, a.g.y. s.9.
9- N. FAZIL KISAKÜREK, a.g.y. s.15.
10- N. FAZIL KISAKÜREK, a.g.y. s.23-24.
11- N. FAZIL KISAKÜREK, Bati Tefekkürü ve İslam, Büyük Doğu Yay. İstanbul, 1982, s.78
12- N. FAZIL KISAKÜREK, a.g.y. s.25-27.
13-M. ALİ SÂBUNÎ, Safvetüt-Tefasir, En’am Suresi, Ayet: 71
14- N. FAZIL KISAKÜREK, Bati Tefekkürü ve İslam s.10.
15- N. FAZIL KISAKÜREK, Bati Tefekkürü ve İslam s.45
16-Fikir ve Sanatta Hareket Dergisi sayı: 115, ‘Mahkeme’ adlı yazı
17- N. FAZIL KISAKÜREK Tanrı Kulundan Dinlediklerim I. s.61
18- N. FAZIL KISAKÜREK Türkiye’nin Manzarası, Büyük Doğu Yay. İstanbul, 1973 s.112
19- N. FAZIL KISAKÜREK, Bati Tefekkürü ve İslam, Büyük Doğu Yay. İstanbul, 1982 s.11
20- N. FAZIL KISAKÜREK Türkiye’nin Manzarası s.112
21- N. FAZIL KISAKÜREK a.g.y s.31
22- N. FAZIL KISAKÜREK a.g.y s.53
23- N. FAZIL KISAKÜREK Doğu Yolun Sapık Kolları (Arınma Çağında İslam) Büyük Doğu yay. İstanbul, 1978 s.10-13
24- N. FAZIL KISAKÜREK a.g.y s.13
25- N. FAZIL KISAKÜREK a.g.y s.20-24
26- N. FAZIL KISAKÜREK a.g.y s.40
27- N. FAZIL KISAKÜREK a.g.y s.82-87
28-R. ÖZDENÖREN, ‘N.F.Kısakürek-Kişiliği Üzerine Notlar’, Mavera Dergisi, Necip Fazıl Özel Sayısı sayı: 80-81-82
29- M. ALİ SÂBUNÎ, Safvetüt-Tefasir, Araf Suresi, Ayet: 179
30- M. ALİ SÂBUNÎ, Safvetüt-Tefasir, Hac Suresi, Ayet: 46
(Hece Dergisi Özel Sayısı ‘Düşünce, Tarih ve Bir Coğrafya Tasarımı Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl Kısakürek’
